Emre Varışlı, Sinan Özdemir, Burak Acar - Şiir Ölmez! - podcast episode cover

Emre Varışlı, Sinan Özdemir, Burak Acar - Şiir Ölmez!

May 20, 20241 hr 7 min
--:--
--:--
Listen in podcast apps:
Metacast
Spotify
Youtube
RSS

Episode description

2021'de 160. Kilometre'nin "Şiir gulyabanidir, ölmez!" şiarıyla çıkardığı "Gulyabani" dizisinden yeni şiir kitapları bizlere her ulaştığında, şiire de, yayıncılığa da, kendi okurluğumuza da biraz daha güven duyduk. Gulyabaniler zor zamanların kitapları ama direnen ve kazanan kitaplar, kutlanmayı hakkeden kitaplar! Emre Varışlı'nın bu diziden çıkan Sıfır ya da Hakikat ve Sinan Özdemir'in Uzaypedal kitaplarını 2021 sonunda aldık, okuduk. Kıraathane'deki 8 Şubat 2022 akşamı düzenlediğimiz bu Şiir Gecesi'nde de, bu iki kitaptan şiirleri şairlerinden dinledik. Kıraathane müdavimlerinin şiirlerini yakından tanıdığı bir başka şair, Burak Acar ise geceye Tabiat Abi kitabından ve daha sonra yazdığı henüz kitaplaşmamış şiirlerinden örneklerle katıldı.

Transcript

Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi'nin podcast kanalına hoş geldiniz. Burada YouTube kanalımızda yayınlanan söyleşilerin ve etkinlik videolarının ses kayıtlarına yer veriyoruz. Güncel sezon programımıza kiratane.com.tr adresinden ulaşabilirsiniz. İyi dinlemeler. Sıfır ya da hakikat kitabından ikinci bölümden başlayacağım okumaya. Teşekkürler şimdiden dinlediğiniz için. Gölgesiz halde yürürken bir karınca gibi. Tüm oğlanlar beni izliyordu. Yükseldiğim yer, düştüğüm yerde. Özüme derdi yerleştirdim.

Özüme şiddeti yerleştirdim. Benim olmayanı yerleştirdim. Nereye gitsem bir mağara beni arıyor. Herkes bir şeyin muhafazakarıdır. Nereye gitsem tarafsızlık alarmı çalıyor. Doğayan sanatçı gibi evde oturuyorum. Kedinin yemeğini veriyorum. Bulaşıkları yıkıyorum. Tavan ne kadar güzel bir uzay. Tavan ne kadar güzel bir epik destan, fantastik bir duruş, hareketsizlik yığını. Tavan ne kadar da güzel, odanın ortasına lök diye düşen bir yatak.

Tavan ne kadar da yokluğuma duyduğum özlem. Her şey olağan dışı ve başlayıp bitiremediğim söz yığınları. Kara delik belgeseli. Lök yatağın içinde bomboş durup. Uçuşan aklı seyretmek gibi Uçuşan akıl oy vermeye gitmeyecek Mutlak akıl camı kırmaya yaramayacak Mutlak akıl şeytanın Ya her şey bitkisel bir susuzlukta biliyor musun? Evet biliyorum. Halkım yanımda değil. Ay yani iyi ki yanımda değiller. Düşünsene bu halkın yanımda olduğunu.

Korkuya doymak, kendine doymak, ensemi ürperten babasal şeyler. Pagan blues, pagan blues, pagan blues, kum yok saatli çölde, zerre de olamam o halde, çıplak da olmamıştım daha önce. Aziz olabilmek için çıkılan yolda belediyeci olmak gibi. Küçük şeylerle ilgili yazılarda kaybolmak gibi. Basit olmak istiyordum. Tüm evren gibi. Tek bir tuşla çalışan kahve makinesi ya da sindirim sistemi gibi. Zihin kendini yaratırken.

Doğayan sanatçı öldü. Doğayan sanatçı kırmızı ilişki odasında köle taklidi yapıyor. Doğayan sanatçı sevişme yetisini yitirdi. Doğayan sanatçı epigrafını kaybediyor. Doğayan sanatçı... Ambulansta. Dünya ne dünyasıdır, nelerin hükmüdür bilmek. Biraz sokağa çıkmak istersin, herkes eve götürülür. Zaman içeri doğru geçer geçmez evde kalmak istediğinde. Her şey sokağa dökülür. Bütün politik giyinişinde insanlar taşa döndürülür.

Hoşgeldiniz. Ben de Uzay Pedal yeni kitabım. Ondan şiirler okuyacağım. İlk bölümde birazcık kısa şiirler var. O yüzden birkaç tane arka arkaya okuyacağım. Bir müzede tecritteki adamın performansı. Bir öte aradığında bir öneri. Björk'ün bilekleykini sessiz ortamda kulaklıkla dinle. Duygunun performansı olacak. Yaşamının bir kısmı formlanacak. Bedeninde böyle olacak o anlarda. Ruhunun biçimi.

Dudağının kıvrılmasını görmek isteyeceksin. Keyifle niyazın çarpışmadığı, gözyaşıyla kırıkların kaynaşmadığı, kafandaki yalnız tenisin... yumuşak return anlarından bahsediyorum. Fena tecrid değildir bu. Keşke müziği dışarıya çıkmadan biraz daha uzatabilsen. Ama düşünmenin... Tıkanma yaşadığındaki o fizik bizim mecburi ötenaz yasağımızdır. Işık yine kıracak karanlığı. Sabah yapılacak işleri getirecek yine.

Başka şeyleri. Çıkarıp atacaksın tişörtünü. Sıcaklık. Kalkıp mutfağa karıştığımda parmak uçların filtreden geçen kahveye temas edecek. Yani... O seste aradıkların şarkı çoktan dağılmış olacak. Sahneye dönen bir müzedir çünkü hayat. Belki böyle olmalıdır da. Anlam verdiğin şeyler de... bir performansın formu kadardır demek ki insan çok az arayabilir ya da çok az geçer yatağına gerçekte

Bir diğer şiir odada tecritteki adamın performansı. İlki müzedeki performanstı. Yoktan bir hafta sonu. Mutfaktaki böceğin sıcak karnını. Caddenin termal kamera uyuşukluğundaki. Dalga dalgın görüntüsünü izlediğim yoktan bir haftanın sonu. Toz şekerin ıslak koyu tanelerini sürttüm parmağımla masaya. Açıp kilotuma baktım yanlarım terli yine. Kilomu kontrol etme biçimim bu.

Karımı izledim. Çamaşır suyu damlayan dışarı badisini içeri badisi yapmış. Her şey her şeyi temizlemiyor demek. Kolayla temizleyip boğazımı şarkı yaptım bunu. Her şey açıklamıyor her şeyi. O da yanmış televizyon kokuyor. Hafızamda cızırdayıp duran dönüşmüyor bir anıya bile. Dosyası, düğmesi olan bir şey olsaydı zihin, açılmıyor.

Tom balığı, yumurta ve brokoli yedim. Bir paket olarak sağlık aldım yani. İyi hissetmenin yollarını aradım. Ellerimi severim belki diye ellerimi kremledim. Kalan asidi klozete boşalttım. Bulamadım tekrar denedim. Bir pedal rahatlığında soktum ayağımı odaya. İfademi düzeltip gevşettim boyun kaslarımı. Gözlerimi yeni bir anlama kaydırmak için başka bir kitabı uzandım.

İmalı yumaktı onun da harfleri. Kaç gündür bu yoktan bir hafta sonu. Sanki yanlış basılmış bir kurulum şemasına göre yaşadım. Dudak resimli saat. Bir düşük yastık aynı yerde, aynı düzen eşyada, her şey şey. Bir tane daha okuyun Burak. Sürü olarak soruyorum. Hani hızımı almışken gideyim yani. Tecritteki performans 3 veya vanturolog. Bir Hattori Hanzo kılıcım olsa sandviçimi kolay lokmalara ayırırdım.

Böylece daha kolay olurdu. Suratımda atan nabzı kontrol edip doğal dürbünümden ısırığımı izliyorum. Dış deprem adını verdiğim çıkan sesteki sound'u işliyorum hafızama. Gözlük sapı ve elma sapı çiğniyorum birazdan. Atom çekirdeği tükürüyorum sağa sola. Kaya tuzu, cips ve kraker sözcüklerinden yapış yapış koltuğumda eritiyorum düşünceyi. Çöp ve cerrahi maske adam. Tüm deliklerin kapanması ve tümün deliklere kapatılması. Tıkaç olduğum korkunun üzerine kapanan harika pandemik bir zaman.

Kendi kuklam başkasının elinde. Sesim karnımda. Haç şeklinde bir bıçak çiziyorum havaya. Siliyorum yazdıklarımı, tweetleri, kafamdakileri. Kendi kuklam başkasının elinde. Perido economicus'un laf olsun diye sorduğu sorular. Sülük, sülük olduğunu biliyor mudur? Sülünüp girecek toprağa. Yıllarca sülündürdüğü de girecek. Üzerine yapışanı sülükleştiren.

Sonra onun da bir başkasını. Saramagon'un körleri, Meta'nın vantuzları, toplumsal metastas çok uluslu. Sorsun sülük efendice kendine, bugün maaşını hak etmek için ne yaptın? Başınına selam verip yanından geçtiklerin, her sabah kaşar peynirli poğaça aldığın fırın, her sabah bir buçuğa alttan jeton gönderen metrocu, bakkalın, terzin, berberin, kuru temizlemecin, marketteki sivilceli kasiyer, kafedeki garson kız,

Gurur duysun sülük kendiyle. Esnaf da seninle gurur duyuyor. Fazla büyütmeye büyütmeye her şey giderek küçülüyor. Sülük farkında mı bunun? Susan bir adamı daha fazla susturamazsın. Bak başbakanın ayağının tozuyla konuşuyor. Bak televizyonda ne güzel borsa programları var. Hadi bir demli çay yap kendine. Eskiden sportmanlık dışı faal demezdik. Kasli faal derdik. Masaya masa, dükkan dükkan, fotokopici fotokopici, kapıcı kapıcı.

Harpler daha harbiydi. Su Allah'ın suyu olmaktan çıktı. Petrol herkesin petrolü değil ama dünyamız demenin teskin edici bir tarafı var hala. Sorsun sülük annelere, babalara. Çocuğunuzun para ile ilk karşılaştığı anı hatırlıyor musunuz? Dünyada para diye bir şeyin olduğunu ilk kez idrak ettiği o an çocuğunuzun yüz ifadesini kameraya edecekseniz fena mı olurdu? Antropoloji ilmine belki bir faydanız dokunurdu.

Para dayandırmakla paraya dayanmak arasında kalın bir çizgi var bildiğin sülük. İddiasızlık mıknatısına yapışan haşereler ikinci sınıfa giriyor. Onlar kendi imkanlarıyla, kendi çaplarında, kendi yağlarıyla, mağalarıyla kavrulup falan fıstık, sülündürülebilir olanlar onlar. Bir maaş ikramiyeyle mutlu, sarhoş olmadığında çekilmez olanlar.

Mürdüm eriğini ve uyku tulumlarını sevenler. Kıyıya paralel yüzenler. İyi benzetme kötü teşhis yapanlar. Kum fırtınasında şemsiyeyle yürüyenler. Çabası tutmamışlar. Masraf tırsakları. Meslek göçerler. Patron suyuyla açan motivasyon muhtaçları. Prekaryanın gülleri. Onlar da en alt kademeden geldiler. Onlar da vaktiyle sizin gibiydiler.

Onlar da sizin oturduğunuz bu masalara oturdular. Onlar da sizinle aynı tuvalet kağıdına sildiler götlerine. Onlar da terfiye muhtaçtılar. Onlar da esnediler muşambadan brandalar gibi. Esnekliğin farkındalığını sürdürülebilir kıldılar. Sen o plutonomik sevdanın yollarından geçmedin sülük. O yüzden bilmezsin. Senin paran dayansa kalbin dayanmaz. Onlar para dayandıramayanlar.

Paraya dayanamayansın sen. Çocuğunun 18 senelik okul masrafını bir köşeye atmak nedir bilmezsin o yüzden. Yeni dükkan açmış küçük esnaf heyecan nedir onu da bilmezsin. Eser yok dirayetli takipçilikten. Bütün Türkiye senden gol bekliyor gibi bir paranoyak halin oluyor zaman zaman. Ama bugüne dek al da kaçır derdesini aldın bütün pasları. Acelen yok zaten. Hava güneşli. Zemin terlikle basmaya müsait. Kale orada, topta. Bir ara vurursun nasılsa.

Vurursun değil mi lan sülük? Markete giderken boykot listeni yanına aldın mı? Yatarken perdeleri çekiyor musun? Gücün yettiğince küçük görüyor musun kendini? Sıkılmak utanç veriyor mu? Günler geçmek biliyor mu? Sigarayı azalttın mı? Seni bulamayacaklarını mı sandın? Akşamları elektrikler kesilince mutlu oluyor musun? Köpeğinin seni sevdiği kadar sevebiliyor musun kimseyi? İki ucu, iki uçlu değnek. İki yaklaşık sonuçsuz. İki kalesiz maç. Tek saha defans.

Kendi deplasmanlarında ipe dizip, topunu settirip, küfür küfür estirip, sağ açıktan, sapasağınak, hücum hücum, buz gibi, gol gibi, en sponsor firmadan kaleye kol gibi uzanan bu cennet onun. Kızma onlara ne olacak işte hepsi onun bunun. Kıymet bilenirler, herkes adını bilirler onun, akıl onun, fikir onun, plajlar olasılıksız bütün. Her kuruşu helal, her metrekaresinde alın teri. Yer misin yemez misin en iyisinden anlar peynirin, çiftlikler onun. Darbeler onun, pusular, nişanlar onun ormanlar.

Bizans onun, Selçuklu onun, Hitit Osmanlı, hanlar, hamamlar, köprüler, restorasyonlar onun. Kapatırlar çatıları, kapıları, jalüzileri biz bize sayılırlar. Altın tokalaşırlar, imarlar, imzalar attırırlar, yaktırırlar, boğdururlar. Foklar onun. Salonlar onun, gişeler, seanslar onun kamu yararı. Kimseye nasip olmayan kederler onun, badireler. Isırmaz yutamayacağı lokmayı, çatalını gösterip kameralara standartı porsiyonların onun.

Kutsal aile park yerlerinde değnekçi tanıdıklar onun. İtibar kuponları, eşe dostu endeksli prensipler, ısmarlama vicdan, talep gören değerler cimnastiği, 40 taklalar, 40 kat boyalar dökülür teklifler üstüne. Acil ilişlerde pisti boşaltır hatırlı abiler onun. Çekilir parkurlar altımdan cellatlar parkında koşmalara doymazım. Terli tozlu dumana katılıp canım ciğerlerip şişinip inip şişinip...

ince, şiş ince, tersimden yatıp düzümden düzül, öp onun. Boşalacak dolacak, boşalıp üstüme iyilik sigorta primleri. Sağdan sağdan diklenerek siyon kıyıp boyunlarını sokup sokup çıkarıyorlar kafalarını. Ne güzel suyun kaldırıp fışkırtma kuvveti. Sapa sağlam dur yeter ki. Alnın açık olsun, göğsün çişik, başın yukarıda, taksitlerin ödenmiş, bakılmış hicabına hassasiyetlerinin.

sapasağır duy dönsün başın dönsün dünya dönsün Türkiye daha hızlı dönsün kalkınmacı döngü kısır olamayasılıkları hapladım yuttum gelecek onun isterse gelmeyecek Şimdi okuyacağım şey kitaptaki bir ara bölüm. Yazdığım şeyler hakkında yazdığım bir şiir. Yani kitapta yazdığım şiirler hakkında yazdığım. Kitap hakkında düşünürken sonra bunu neden kitaba sokmuyorum ki diye düşünmüştüm.

Beş dakika ara genel görüntü. Sana hızla geldim. Ay ışığı donuk yüzünden akıyordu gece. Taşa bağlandık. İnançlı biri gibi görünmek istedim. Taş bunu hemen anlamıştı, yüzün bunu hemen anlamıştı. Yeni şiir kitabı bekleyenler vardı. Açıkçası ben de yeni bir şiir kitabı bekliyordum. Boşluğu susarak anlatmak gerekmez dedin. Sabaha kadar bana boşluğu anlatabilirdin. Yapraklar tenime değdiğinde dünya bana açılmıştı. Parmaklarım gece sularında, dudaklarım sırtındayken...

Hak olan bize yakındı. Yoksul olmak isterim diye tekrarladım üç defa. Annemin yanına gitmek istedim sadece. Ayağım toprakta çakılıyken gözlerim ölüleri görüyor. Ormanda uzun bir yaşam hayal ettim. Ölüm meselesini halletmek istedim. Herkes ister. 0-7 hakikat biraz da bu yüzden ortaya çıktı. Yüküm kendi omuzlarımdır.

Dünyanın çatırtıları geceleri kulağıma geldi. Gökyüzü aydınlanana kadar köpek dişlerim elimde oturdum. Bir şeylere inanmakla ilgili şiirler yazmak istemiştim. Bu kez her şeyi kısa kesmek istiyordum. Yazdığım eski şeylere baktım ve lafı gereksiz yere uzattığımı gördüm. Oysa ağaçlar öylece kesin bir şekilde karşımda dururken lafları dolandırmak utanç vericiydi. Bu kararıma düşüş adını verecektim.

İlk düşüş ilk aydınlanmaydı. Bir yandan da ilk lanet. Ne aradığını bilmeden sarhoş olmak, evrensel boşluğa bir katkıda bulunmak için çalışıp durursun. Çalışmak asla bitmez. İnsan sonsuza kadar dümdüz oturup metiyeler düzemez. Bütün bunlar kutsal evrimin bir parçası. Şiir ve şair arasındaki gündelik bağı uzun süre inkar etmiştim.

Şimdi Zebra'da görünmeyen zebra bölümünü düşünüyorum ve eskiden böyle düşündüğüm için kendime gülüyorum. Bu bölüm melankolik bir sabotaj olacak. Bu arada asla eskimeyen bir fikir var. Bir romancının hayatının hiçbir önemi yoktur. Her şeyin bir parçasıyım ama bütün yarayı iyileştiremem. Yine de bu şiirleri yazabilirim. Bu beni sıkıcı bir yapacak olsa da.

Sıkıcı olanları da havalı bulan insanlar var. Böyle olanları gördüm. Şiir okuyup cümlelerin altını çiziyorlar ve ölürcesine konuşuyorlardı. Ben ölürcesine susmayı tercih ederim. Aslında bu şiir toplamının adı sadece hakikat olacaktı. Yaklaşık bir sene önce böyleydi. Sonra bana çok beylik geldi ve aslında bu anaforun derdini asla anlatan bir yan olmadığını keşfettim.

Daha doğrusu anaforun sadece bir yanını yansıtmış olacaktı. Bunu saçımı sıfıra vururken fark etmiştim. Peki yok oluş nerede diye düşündüm. Bunu düşünürken de elma tatlısı yapıyordum. Tam 3 ay önce. Ölüm gözlerinin önünden bir film şeridi gibi geçer mi? Taş gibi yaşarken bunu düşünür müsün? Şiir yazmayan kaç şiir okuyucusu vardır acaba? Şairler sadece şairlere mi yazıyordur? Bir şairin hikmetini görmek için kitaplardan fazlasına bakmaya gerek var mıdır? Bunlar lanetli sorular.

Kendimden çıkmak isterim. Işık hızıyla inanç ve devrim. Ellerini bulmak isterimse derim ki inceldi derime. Düşünce seyerek ve kedi gibi. Evren bana senin gibi yaklaşıp fısıldar. Gül dönecek elinde. Kim gelecek benimle? Uzay müziği başlarsa yola düşmek gerek. Bu onun kendisiyle oynadığı oyun mudur? Kum neyin parçasıdır mı? Zaman meyin parçası. Onun olmak isterim. Onun olduğumu bilirim. Soluksuz geri dönüş.

Gerçek isyana geri dönüş Beni sahiden görebilirsin Dünya yok olmakmış meğer Geri dönmemi istemezdin Nerede olduğumu bilseydin eğer Sert düşmanı tanı. Sert düşman içinde. Deniz haritasında haritası. Tek göz cumhuriyetinde kırbacı. Yalan dolan teslimde. Örfüm yok. Geleneksel düşman geleneksel değil. Ağzımın içinde yaşayan ve ölmesi gereken teatral birey var, adanmışlık yok. Eksik yanlarımı tamamlamak, hayat için daha kötüsünü arzulamak istemem. Astral bedene ulaşabilmek için.

Kendilerini yıka geçeler, tez zamanda yoka geçeler. Besin piramidinde hieroglif yok. Elin yazar ama kalbin çüke gider, siyaset ister. Çükü siyaseti durduruver. Bebek ağzında durdur. Ay ışığı bedeninle durdur. Mantra ile durdur. Aklın ölmesine izin ver. Mavi aralık kalmış denizin içinde başka biri olmak istedim. Sonra su yuttum ve aşık oldum. Eve ekmekle döndüm.

İçimdeki kötü caz, içindeki kötü caz, içimdeki caz. Gözümü kapadığımda görülebilir yerlerde herhangi bir skalada tanımlı performans mutsuzluğum. Hasta bir fare mutsuzluğum. Bir çocuğum bir çubukla kımıldattı. Gözümü açtığımda ikimizin damarlarından da formüle bir akıyor. Ölçümü olmayan bir akım bu. Hiç olmadı sen bir labirente zorunlu değilsin pedalladığın. Bu potansiyel pitte duruyor. Kapayıp açtığımda mutluluğunsa...

Planlı melankolik seks bu. Pişmanlık derisi geçirilmiş yüzün aşağılara doğru inip titreşiyor. İçindeki kötü caz radyodaki icazı bastırıyor. Oysa kalbimiz o bir doğaçlamadır dostum. Post kimlik arayışının üzgün duplörü değil. Kötü notaları iyi müziğe çevir. Kalbimiz dostum, tarihin. en ünlü trompetçisidir içimdeki el tigre içimdeki el tigre garajdaki konfeti makinesinden koka patlatıyor bağışıklık sistemi partisi

Gidondan, mikroptan, çimenden çöküyor içimde. Selesi uzay şartlarında bir bisiklet bu. Ellerimi metalden, parmaklarımdan kurtarıp dalıyorum boşluğa. Hıza sürüyor ayaklarım. Şekerlenip ıslanıyor dudağımda somutluk. Işık kırılmış legoları sepetine topluyor. Dip pansumanları şimdi. Dip pansumanları. Dokunuyor ona rüzgar. İstediği an çarpacak içimdeki el tigre. Ulaşacak formsuza. Çikolata fabrikasına. Ve uyuşma mafyasına.

Smoking dikişlerine çarpacak, patlatacak ve kendi külüm rengarenk çimenlerin üstünde. Blazer'ımın içindeki tornets. Benim söylenimde G-Force, bilezırımın içindeki tornettir. Kafamın içindeki taşak kamaşması. Bir yerlere uyumaya hep düşlü giderim. Cüzlü bir FM'e itildiğimde serviste... Yalan ağızlı vasat kulağımın zarını patlatırken kafede doldururum tornetimin bilyelerini. Hırpalarım insan döküntüsünü, döngüyse de bu. Hırpalarım gerçekleri. Çıkarıp kotumu...

Bacaklarımı bir atlet konsantrasyonuyla tokatlarım. Koşarım en yukarıda kapaklanana kadar. Böylece kuzeyde bir orman hissiyle sakin şehrin tepesinde gece... bitkin üzerimi bilezırımla örterim tüylerim uzar uzağa gökyüzünü aydınlatır folikül fişekleri bir an sabaha kadar Neydi bu süprüntüler içeride kaldı? Renkli yumuşak kaşık damağıma değdiğinde kendimi koridorun ve ağının dışında buldum. Ara aldım. Süpürgenin kaplosu...

Hızlı içine çekildi. Süprüntüler içeride kaldı. Dilimdeki süt şekerinden bir kötülük kapsülüydü. Düşündükçe büyüyordu düşüncemde kristal canavar. Uzak iyi kötü. Yakın iyi kötü şeyler. Mekanik sütlat canavarı bulaşıydı bu. Daha kötüleşiyordu ve iyi, iyi haliyle de trajikti. İngiltere'de 3000 kişi gece kulübünde elektronik müzikle eğlendi. Bir ağaç gölete uçmuştu. Kadar trajikti. Patlatılan botlardan insan bulutları havada. Ne zaman başlanmıştı bunlara?

İçimizdeki yıkım makinesinin kolu ne zaman indirilmişti? Ne zaman durmuştu kataliz? Tersi yemenin boğazımıza dizilen tortun kayaları. Görüntüler kirpiklerimde kırpıştı. Kırpıştı. Katılaştı sivrildi yumru. Gittikçe ağırlaşan bir fil yontusu tekli koltukta ben süprüntü sağa sola dağılmıştı. Kitaptan sonraki henüz kitaplaşmamış şiirlerden okuyacağım. Kapıda kaldığımda okul dönüşü anahtarı evde mi unutuyorum? Bir anahtarım var mı?

Buyur ediyorlar beni Diyarbakırlı üst kat komşularımız. Onlar mı fark ediyorlar yukarı çıkarken? Gel kapıda bekleme annen gelince inersin. Gel yavrum gel çekinme. Ben mi zillerine basıyorum? Beni oturma odasında oturtuyorlar. Gazoz var, şeftali suyu var, ne içersin? Bizde televizyonun durduğu köşede sedir mi var? Bizde tekli koltuğun durduğu yerde seccade mi? Kadefe mi perdeler, pembe mi?

Baharat değilse ne bu ağır koku her yere sinmiş, korku mu yabancılıkla karışık bir ferahlama mı hissediyorum? O başımı döndüren koku, o eşyalar, mobilyalar, ülke değiştirmişim, kıta değiştirmişim, krallık değiştirmişim. Beş kız, bir Mustafa. Ayşe, Mustafa, Tülay. Okuldan dönmemişler henüz. Üç büyük abla ve anne evdeler. Anne ve en büyük abla mı sadece? İçeriden sesler geliyor. Mutfak tarafından mı?

Büyük ablaların isimlerini hep karıştırıyorum. Meryem ablanda falan filan diye anlatıyor anne gelip içeriden. En büyüklerimi Meryem hangisi? Bir küçüğü mü? Hangisi Leyla? Kimden bahsediyor? Annelerin ismi ne? Nasıl hitap ediyorum? İçten bir sevgileri var bana hissediyorum. Şiveli konuşmalarını anlamıyorum bazen. Anlamadığımda anlamadım diyor muyum? Bu onları güldürüyor mu? Babalarını hiç gördün mü? Ne iş yapıyor?

Yan yana dizilip akşamları televizyon mu izliyorlar? Hiç görmediğim, hiç girmediğim göz ucuyla baktım mı salonlarında? Baba nerede oturuyor? Mustafa nerede? Ayşe elmayı kayıp soyuyor mu? Tülay mı? Yemeklerini hep birlikte mutfakta mı yiyorlar? 8 kişi. Nasıl sığıyorlar? Bizim bir anne, bir baba, iki kardeş anca sığdığımız o eve. Anne babanın odası belli. En büyük abla sonraki büyük odayı kendine almış.

Nereden biliyorum? Emin miyim? Dedikodusunu mu duydum? Öteki dört kız bir Mustafa tek. Tek bir odada nasıl yaşıyorlar? Nasıl ders çalışıyorlar? Nasıl yatıp kalkıyorlar? En büyük ablaya hiç mi itiraz etmiyorlar? Anne baba buna nasıl olur veriyor? En büyük abla dört kardeşinden biriyle olsun odasını paylaşmamaktan hiç mi rahatsızlık duymuyor? Bunu nereden biliyorum? Emin miyim? Onlar da dert ediyor mu benim dert ettiğim kadar?

Mahremiyet ihtiyacı, yalnızlık arayışı. Ne vakit üst katten bir bağırtı kopsa o kavganın gürültünün içinde hep Mustafa'yı düşünüyorum. Arkadaşım olduğu için. Beş kız kardeşinin arasında tek erkek olduğu için mi? Hiç sormuyorum, hiç değişmiyorum onca zaman. Hiç anlatmıyor, hiç dertleşmiyor. Onca zaman neden derdi olduğunu düşünüyorum. İstediğinde kapısını kilitleyeceği bir odası yok diye mi? Büyüyoruz ayrı kıtalarda, atlı üstü odalarda.

Başka bir şiir. Annem sabahları daireye gidiyor. Dikmen caddesi üstünde uzay aracı gibi ağır ağır dönen dev bir küre. Yerde mi gökte mi? Annemi Milenyum Falcon'a bindirmişler. Soyuz T15'ten almışlar annemi. Emekli sandığı hizmet dökümüne bakarak. İlk istikamet Japonya. Ah canım annem. Meğer her sabah Japonya üzerinden uzaya gidiyormuşsun camdan bana eli salladıktan sonra. Camlardan güneşli Ankara uzayları görünüyor.

Asma saksılarda boy boy kablolar yetiştirmişler. Bakanlık atölyesi kadınları. Emzirme odası boş. Işıkları kapalı. Süpürge tutuyor içeride kasklı bir kadın. Mürettebatın içinde. Annemi görmeye çalışıyorum. Cılız bir sinyal çalıyor periyodik aralıklarla. İşte orada soldan yedinci sandalye. Kozmonot annem. Bu onun iş yerinde ilk görüşüm. Önüne hiç durmadan konan kağıtlara...

Nefes almadan damga basıp duruyor. Damgaladığı kağıdı yandaki kadına Aynur teyzemi o geçiriyor. Diğer yanındaki kadın Müge teyzemi o önüne bir yenisini koyarken. Arada gülüşüyorlar mı çok kısa? Çaktırmadan masa altından kiraz likörleri kristal bardaklarda. Biz şu feleğin tekerine çin çin. Jamakenin arkasından görüyor beni. Yüzünü birden zzzz sevinç kaplıyor.

Şaşırmasını beklerdim daha çok ya da belli etmiyor. Görüyorsun halimi der gibi ellerini iki yana açıyor. Kalkıp gelemiyorum şimdi yerimden bekle beni orada. İşim bitince dolmuşla döneriz birlikte eve. Camekan ses geçirmiyor. Dudaklarını okuyarak anlıyorum dediklerini. Elini dudaklarına götürüp bana öpücükler gönderiyor. Ah annem beni bırak sen gemiye dikkat et her yer göktaşı. Ne kadar çok...

Kağıt, damgalarsa o kadar çok para kazanacak. Bizim için. İşi bu. Ekmek gemisi. Kolay işmiş diyorum. Biraz zor ama kolay. Uzayan eller yaratılmışlarını gördüm göğünde. Her şey küflenmiş ve silahlanmış. Yamuk çizgiye bakmak gibi. Aklıma nehir dökülecek aklıma. Nasıl olduğunu anlamadan bana hayat suları vereceklerdi. Zebrada görünmeyen zebra. Tuhaf geçip birkaç sokaktan tuhaf, evin kapısını açtığımda aynadan biri kaçtı.

Ben içeri girince suretim evi terk etti. Lezyon büyüdü. Lezyon büyüdü kendi evine çıktı. Kutsal şiirin ölümünü kutlarım. Kutsal şiirin kanının dökülmesi çok hoşuma gider. Allah biliyor ya, mutlu olurum hiçbir şeyin yetmemesinden. Neyi arıyorsam odur. Çoktan bulunmuş olandır. Bir gövdesi olan konuşma biçimidir. Aptallığı, kusmuk kokusunu, derinin dökülmesini geçmiştir. Pagan blues, yaşamın mavi ataklarını gösterir. Belli ki...

Mutlu olurum hiçbir şeyin yetmemesinden. Karga cevizi kırmak için ağzını alıp fırlatır yüksekten yere sanki ölümün olduğu bir yerden. Temporal korteks uzayına devam etmek için. Ben fatura yatırmaya giderim. Sanki ölümün olmadığı bir yere. Hatırlaman gereken şeyler varken tüm varlığım mesela. Unutan fil senin üstüne düştü sanırken. Gecenin içinde boğuk bant kaydı sesle, gecenin içinde yaşayan kendinle karşılaşırsın. Bir abajür loşluk bırakırsın ona, düşünmesi için. Kendine doğru ol.

Çantamda bir yanardağ taşıyorum. Kendine doğru ol. Bir maket adada yaşıyorum. Her şeye doğru olmaktan yorulduğumda avuçlarımdaki aynaya bakıyorum. Bana tek gerçeği söyleyen acıya. Sırtında kapısını taşıyan adam iki büklüm geliyor yanımıza. Kalabalık yanımıza. Gerçek bir kalabalık olmayan yanımıza. Ona verebileceğimiz hiçbir şey yok.

Artık şakalarımız ve acımız ona bir şey ifade etmiyor. Sırtında kapıyı taşıyan adam gülümseyerek uzaklaşıyor. O başka bir alemin konusu. O başka bir geleceğin şimdisi. Yüzü neşeli. Dizleri kanlı. Kendine zebra. Kan bağırları metası yaklaştı yanıma. Kulağıma bir teslimiyet fısıldadı. Üç gece uyuduğum kendi göğsünde çocukluktan kalma bir hırıltı vardı. Bir yandan maskemi cilalamak istedim. Göstermek istedim tüm şeytanı.

Bir yandan elimi uzatıp dalgalanan gri duvara gömülmek, iyiliklenmek, suretsizleşmek istedim. İstedimse bu olamaz değildi. Madde kan bağırlarının ülkesinde bana yaklaştı. Elini kolunu keserim senin dedi. Seni bıktırırım dedi. Yanlışı düzelttim, kumandasız. Yoruldum ama iyileşmeye başladım. Fotoğraf bedenin üzerine yığılmış ağırlık birimini yatağın üzerine serdim.

Daha basit yaklaşmak istedim kendime. Para vermemek, barış istemeden, Tanrı toprağı yerken, öylesine basit yani. O obje tasarın mimariyi genişlemesinde... Duvarlara kendini bırakarak, duvarsız düşünmeyerek ki bir hudut gerek diye, ölerek ve koşarak, ölerek ve hayata koşarak, ölerek ve hayata koşarak diye gelmesi gereken ne varsa bekledim. Bir yanlışı düzelttim kan bağırları şehrinde.

Bu hep doğru olacaktı. Bu hep doğruydu. Bugün daha iyi bir şey için evde kaldım. Bugün dostumu da kendime küstürmem gerekiyordu. Hiç yorgun olmamış gibi... Onun aklını okuyorum. Cebimde cevizler var. Elimi daldırıp ağzıma atıyorum. Yürümek istiyorum. Sadece yürümek. İçimden yürümek. Kafama yürümek. Beni yıksalar da üstümden... Yol geçse gibi yürümek Dün gece bir çeyrekte kanepeye uzanmış

Thomas Bernard okurken. Böyle düşünürüm. Benden dağılmış, bana topladığım bir rulo parçasıdır çok şey. Bakmamla uzayımda olur bu. Burnumun ucunda kımıldar. Dün gece bir çeyrekte kanepeye uzanmış Thomas Bernard okurken aşağıda öfkeyle havlaşan köpeklerden birinin dördüncü kattaki pencereden İçeri zıpladığını düşündüm. O zaman kalbim derimi itti. Ağzım bir kapakla kapandı sanki. Tüm kapılarda. İstersem başını okşarım köpeğin.

Kapıyı açarım ve inince havlaşmazlar. Ben böyle düşünürüm. Senin hastalığını yenmen, öbürünün kentten kaçıp ormana kafasını sokuşu. İstersem içime alırım bunları da. Ya da yokluğa düşerler. Daha iyisi ise tarihin yokluğa düşmesidir. Ufalanıp girdabına çekilmesi. Böyle düşünürüm. Fazladır bazı parçalar. Geriye dönersen görürsün ancak onları. Dış uzayın büzüşmüş bir noktasında olur bu. Ağzındaki tüysüz tenis topunu merdivenlerden aşağı bıraktı köpecik. Ben avucumda raket...

Bez layının gerisinde gülümseyerek beklerim istersem. Esnek bacaklarım kendi ekseninde harika jenerik döndürür. Ya da sabitlik ruhsuz bedeni vidalar. Metaforik Bodrum'unda çocuk Dax Solstad'ın Tesinger'ini okurken. Sular çekiliyormuş ve kıyının bir tarafında asılı duruyormuş. Okuduğu masal da böyleymiş. Metaforik bodrumunda çocuk. Kocaman tek kişilik kayık dağları, dondurulmuş sörf dağları varmış bu kıyıda. Buzlanmış mayo istifleri varmış. Diğer taraftaysa salon 1'de...

Ellerinde mısır gevreğiyle kaplı kızarmış dondurmalar, yayılmacı arkaları kocaman şişman blokları durdurarak sararak izliyormuş karşıyı. Hayat dolu insanların hayatlarını izlemek istememenin izlemesine kapılmış betonerme bloklar. Metaforik bodrumundaki çocuk 30'lu yaşlarında fazla su yutarak okuyor bu gece. yıllardır okuduğu en donuk zamanı. İçinde çocuk uyuk kıpırdandığı. Bu kez rüyası uykusuna sızdığında zavallı istihdağının bir kamikazeye dönüştüğünü görecek.

Karşı kıyının orta yerine gidip geldiğini. Fazla su. Metaforik botrumuna ağzından sular püskürterek uyanacak. Solucan, larva, böcek kusarak. gerçek mutlu ve Japonca sözler nasılsa inanılırdı posturut masallara bile Turuncu şnorkelini ağzına takmış. Turuncu paletleri ayağında. Elinde mi tutuyor? Kıyıya yanaşınca mı takacak? Galimet toplamaya gidiyor babam. Yıldırım abi bize de bir kolye bir bilezik bir şeyler çıkarırsın artık. Hadi rastgele.

Cam maskenin arkasından gülümserken babam, kahkahalar halkalanırken şezlonglar, sandalyeler, hasır matlar boyunca, bu sefer de bana bir saat çıkarsa artık ablama geçen yaz, iki yaz önce, iki gün önce... Çıkardığı beyaz kayışlı siyah kadranlı tam tersine swatch saat gibi diye mi geçiriyorum kafamdan? Takıp koluma hava mı atacağım sınıftakilere? Babam denizden çıkardı mı diyeceğim? Mağazadan alınmadığını saklayacak mıyım?

Yine lodos mu esiyor baba? Ne tarafa yüzeceksin? Çok açılacak mısın? Çok açılma. Saatler geçip de dönmeyince elimi siper edip güneçe aşıklarda bir şnorkel ucu görmek için bakınıyorum. Neden açıklarda olduğunu düşünüyorum. Lodos denizin dibinde ne varsa, metal demir ne varsa sürükler dememiş miydi kıyıya? Tüple, hortumla, metrelerce derine inmiş Kaptan Kosto gibi hayal etmek hoşuma mı gidiyor babama?

Tehlikelerle burun buruna her an vurgun yiyebilir, her an zehirli bir balığa temas edebilir. Yayvan bir kayanın dibinde parlayan altın bir künyeye uzanırken parmaklarını bir yengece kıstırabilir. Babamdan çok benim mi ihtiyacım var adrenalin yaşattığı yoğun uygulara? Elinde ganimetler yanımıza geldiğinde tek tek anlatacak işte dosta üstesinden geldiği tehlikeleri, aldığı riskleri, hayatı pahasına yaptığı ince hesapları saniyelerle yarışırken. Ne adamsın ama Yıldırım abi. E insaf be Yıldırım.

Gömü mü buldun ayol? Bunlar ne böyle? Şuraya bir tezgah mı açtakan Yıldırım? Batığa falan mı rast geldin oğlum? Doğruyu söyle. Şu taşlı yüzüğe bayıldım fakat. Hayır bulmak değil getirebilmek de iş bu kadarını. Söz ver bir dahaki sefere birlikte de alacağız Yıldırım amca. Çok mu ihtiyacın var gurur duymaya, avunmaya mı? Hayali kahramanlık hikayesine inanmaya babamın. Babam nerede kaldı anne? Gelir birazdan oğlum mu diyor.

Pazara gitmiş gelecekmiş gibi sakin. Kremlendin mi bakayım sen? Ayaklanmış çoktan. Ben de ona bakıyorum deminden beri. İki saat oldu çıkmadı mı diyor. Elleri dudak uçları titreyerek benden daha tedirgin. Az sonra sahilin diğer ucundan bir çığlık kopacak. Kimse anlamayacak ne olup bittiğini bir süre.

Yardım edin diye bağıracak birileri. Yerlerinden kalkıp o tarafa doğru koşturacak insanlar. Denizden kafalarını çevirip bakanlar olacak. Bağırışlar gittikçe çoğalacak. Sesler birbirine karışacak. Yerimden fişek gibi kalkıp koşacağım. İtip savuracağım. duran insanları. Etrafını çevrelemiş kalabalığın ortasında göğüs kafesi şiş, gözleri kapalı fok balığı gibi yana yatmış yatırılmış babamı göreceğim. Hatırlamayacağım ne ara çözüldüğünü dizlerimin bağının.

Biri nabzıma bakacak. Elimden tutup doğrultmaya çalışacak başka biri. Bırakın kaldırmayın hemen uzansın çocuk diyecek bir başkası. Yüzüme su çarpacaklar. Limon kolonyası koklatacaklar. Hiçbirini hatırlayamayacağım. Gözlerim açılacak biraz sonra. Uzaklardan kumları kaldırarak koşup gelen annemi göreceğim. Donup kalacak hemen önümde. Bir eli kalbinde. Nefesi kesilmiş. Göz göze geleceğiz bir an. Tek kelime çıkmayacak ağzından.

Başım bulutlara doğru çekilecek. Tanımadığım biri babama suni solunum yaparken. Annemle kumlarda birbirimize sarılıp ağlayacağız. İstemiyorum. Swatch çıkarma bana. Kremlendin mi bakayım sen? Kolyeler yüzükler hep eşe dosta gitsin. Sürdün mü krem sürmedin mi? Kusto değilsin sen babamsın. Yaklaş bakalım dön sırtını. Ganimet avcısı. Her yerin acır yoksa akşam uyuyamazsın. Tembelliğe alışmamış lodoscu. Oğlum yaklaşsana neye bakıyorsun? Çık şu denizden artık. Başka bir şiir.

Ne kadar denesek de kapanmıyor kapısı koridorun sonundaki odamızın. Dil yalama mı olmuş? Doğramanın kenarı mı şişmiş? İçimizden kimse teklif etmiyor mu haber vermeyi annelerimize, babalarımıza? Gecenin bir yarısı çoktan uyumuştur hepsi. Resepsyonu ne için aramıyoruz? Çıkıp ne için bir görevli bulmuyoruz? Otele gergedan girse umurunda olmaz kimsenin, haberi olmaz. Ezilmiş domateslerin içinde yüzen bayat peynirler.

Sabaha kadar kapı açık uyuma fikri heyecanlı mı geliyor zangır derken camlar? Vuvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvv Çıplak beton mu yerler? Elektrik kabloların içinden, sıva çatlaklarından, koridorun duvarlarına vura çarpa, vura çarpa. Önce ben mi görüyorum? Hemen geri mi kaçıyorum?

Onu gördüğümü fark ediyor mu? Hayır değil. Otelde çalışan biri gibi değil. Ne hayaleti abi? Gördüm diyorum. Bana inanmıyorsanız gelin kendiniz bakın. Çıkarıp kafaları kapının ucundan bakınca... İkna oluyor herkes at kuyruklu bir adamın koridordaki odaları dolaştığına. Yataklara girip poker oynayalım beyler mi diyor Kemal. Uyumak tehlikeli olur. Böyle hem tetikte oluruz hem kafa dağıtırız biraz. Bütün gece böyle geçmez korkuyla.

O zaman strip poker olsun mu diyor Onur? Cem mi? Cem miydi ismi? Nasıl yani? Samantha Fox'u soyar gibi Commodore 64'te birbirimizi soyacağız bu kez. Her eli kaybeden üstündeki bir kıyafeti çıkaracak. Yani her turda eli kazanan kimse kaybeden üç kişiyi soymuş olacak. Bu sağanak yağmurlu sinop gotiğini atlatmanın daha kolay bir yolu yok mu? Kemer geçiyor mu? Saat gözlük sayılıyor mu?

Kaç parça, kıyafet, kaç aksesuar var üstümde hemen bakıyor muyum? Bir tek ben mi? Kaç el kaybedersem çıplak kalacağım. Birimiz donla kaldığında bitecek mi orada oyun? Kuralların üstünden geçiyoruz. Mızıkçı istemiyoruz. Her elin sonunda üstündekini çıkaran içine giriyor hemen yorganın. Üşüyerek, utanarak. Çıkardığı tişört, çorap, pijama altı her neyse tek eliyle sallayıp fırlatıyor mu çıkarak yatağının üstüne? Eğleniyor muyum? Kaygılanıyor muyum? Bir tek ben mi?

Görmedik mi birbirimizi 40 kere silipma yolu? Kaç dur oynuyoruz? Ne zaman bitiriyoruz? Donuyla kalan oluyor mu? Uykumuz gelmiyor mu? Sağanak devam ediyor mu? Fırtına kesiliyor mu? At kuyruklu adam uyumamızı mı bekliyor? Son bir kez deniyor muyuz kapıyı kapamayı? Işıkları söndürmeden son bir kez bakıyor muyuz koridora?

Daha iyi bir şey için evde kaldım bugün. Hiç ölmemek için evde kaldım. İyileşmek için kafam yarılsın diye duvara bakmak neşesinde hayatta kaldım. İnandığım şey hiç başlamadım. Hiçbir şey canımı sıkamaz dedim. Kuru incir yedim. Daha iyi bir şey için evde kaldım. Etrafı topladım. Halkı boş verdim. Yere uzandım. Daha iyi bir şey için yerde kaldım. Korkmam gereken bir şey var. Bana korkmam gereken şeyi ver.

Nereye uzansam orada seni görürüm. İnsanlar hakkında ne düşünür? İnsanlar kıyametini düşünür. Her şeyi parçalayarak yan yana durmak. Her şeyi parçalayacak bir yan yana durma durumu. İkona üstümüze devrilirken birini sevmek her şeyi parçalar. Aklımın hiç bilmediğim yerlerine kaçıyorum. Aklımda bilmediğim yerler varmış diyorum. Kan bağırları metasında telefonuma...

Kendime ve ona koşuyorum. Bu kez kendimi yanılttım işte. Bu kez her şeyi gördüm. Bir büsbütünlük olarak. Parçalanarak ve yan yana durarak. Daha iyi bir şey için evde kaldım bugün. Kapıyı sırtında taşıyanların yanında durdum. Ev çok kalabalıktı. Vücutlar yoktu. Zehirlenmek anlam taşıyor. Şimdi aklımda hiç bilmediğim bir akıl dolaşıyor.

Akılla iş yapmak için delirmiş olmalısın. Şu dünyada çirkine yakın durmalısın. Daireden, kurumdan, kağıttan beni parçala. Bu erkekliği de al götür benden uzağa. Saçlarımı taşı. Yüzümü ilet, güzel uzun parmakların soğuk taşta gezinsin. Göğsünde uymanın vahşedini tadayım. Beni kendimden alıp kendime vermenin çılgınlığı, her şey senin içinde. Her şey birleşip uzay macerası olacaktı. Sigara ellerimle sana sarıldığımda, duman ağzımla konuştuğumda, kemikli ellerini öpüp siyah gözlüklerimin ardında

Sustum. İçimde makas unutulmuş gibi. Siyah da görünmeyen siyah. Ne olduğunu anlayamadığın taşlar gibi. Serin bir zihinle kalabalığa karış ve kahveni iç. Gözlerinde kalabalığa karış çünkü aksi yetmez. İyi çocuklar birbirlerini bakışlarından tanır. Biraz utanması olan kafasını dağıtmak istemez.

Sancıyı anlatmak için hiçbir şey yapmıyorum. Ne yaparsam yapayım sinema oluyor. Ne yaparsam yapayım dikdörtgen oluyor. Hiçbir şey anlamamak için evden çıkıyorum. Bu kez evden çıkıyorum. Her şey açık gövdemde. Ekran gövdemde, reklam gövdemde uzunlamasına kaygı yayınlanıyor. Not defterimi çıkarıp slogan yazıyorum. Ay bu sigaralar beni mahvetti diyorum. Ressamlaşmak, saydamlaşmak.

Demir tatlaşmak istiyorum. Ama bu saatten sonra saat çok geç olduğu için olmuyor. Zebradaki belirsizlik beni eve çağırıyor. Suret gerisin geriye ellerime düştü. Lavaboya yuvarlandı. Porselen çatlağıyla. Aygıt gözüm kaydediyordu korku seansını. Suret yanıltmak için var insan dehasını. Ölü dua.

Hızlı hızlı konuşan çocuğun alnındaki damara bakıyorum. Senin de bir deniz feneri hayal etmek istiyorum. Fenerin ışığında gece olsun istiyorum. Çırılçıplak durduğum bir vitray aydınlığı, kırmızı cam ışığın yüzüme yansıyışı. Ortadoğlu bir vampir olayı. Bembeyaz ölüm dosyaları. Yan yana durup şiire baktık. Tüylerim sana doğru çekildi. Aramızda birkaç milim vardı. Neredeyse birbirimize değiyorduk.

Bu bir fotoğraf değildi. Deniz feneri yoktu. Ölü duayı okudum. Bir kahve istedim. Giydiğin kaşe kabanı düşündüm. Önümdeki kitabın kapağını parçalayarak ofis dışı çalışanların bana canavarca bakmalarına neden oldum. Herhalde tüm bunlar olurken sen de çalışıyordun. Kafanı bir şeylere eğmiş düşünüyordun. Tek kişide bütün dünyayı görmeyi diledim. Kapımı sırtımda taşıyıp kapına geldiğimde...

Beni hayalet evine davet ettin. Kahve içip camdan dışarı baktık. 11. kattan. Şehvetin simetrisini konuşmadan gözlerimiz camın yüzeyinde gezerken... Kanın akış sesini duyuyordum. Bu hiç konuşmadan başlayan moleküllerin birbirini tanıması. Tanrısal queer bütünlük. Ben şuna karar verdim diye bir durum yoktu. Ben bunu istedim diye bir durum olamazdı. Ben şimdi bu yerden çıkıyorum diye bir durum gerçekleşemezdi. Dokunduğum her şey...

İçinde bulunduğum her yer ve konuştuğum herkes bana benzerdi. Bu bir dünya. Bu dünyanın bir parçası. Ben kurda kuşa bir adamım. Yükseldiğim yerde çamaşırlar... Tertemiz çöplerimiz, kes çalışıyoruz, kafamız tertemiz, et taze, eti şimdi hiç karıştırmayalım. Henüz karanlık maddeyi anlayabilmiş, kare mekanda yuvarlanabilmiş değilim. Ben böyle iyiyimin bir parçasıyım. Hür irademin esiriyim.

Bütün yok harekete rağmen bitik döndüm eve. Güneş ağır kokuları grup grup tutuyordu havada. Gözümdeki tarama isteği midemi bulandırıyordu. Mutasyon çeşitlemesi Çoğu eksik yenmiş insan 5000 yataklı hastane durağının önünde et torbaları gibi yığılmıştı. Küçük bir anne bebeğinin çıngırağını yutmuştu. Ağlaması zorluyordu ağzını. Bir kız memelerinin arasına dondurma koymuş, plastik dudağındaki rujdan taşırıyordu tabağındaki sosa. Oğlanlar oğlan değil proje gibiydiler. Pürüzsüz, tek renk.

Fitrelenmiş. O o o o unut unut unut unut. Bana olağan dünya yok artık dedim. Zor attım içeriye kendimi bitik döndüm. Döndüm, bıraktım koltuğa bedenimi, bıraktım dönerek. Bir budum altına doğru geçti koltuğum, yaylarından geçti çürüyerek. Düşünme ve sessiz moduna geçti bir lobum. Parmaklarım... Kılcal damarlarına dokundu beynimin. Şekil verdi. Bu şeklin kaçış planına bakmaktan korktum. Uyu, uyu, uyu, uyu. Az uykumdan...

Yarı zamanlı walking dead olarak sıçradım. Gerili his göz kapaklarımda çatlak sızısı. Az uykum ve sonra kaşım açık. Apartman boşluğundan banyoya porno linkleri... Keşfet reklamları damlıyordu. Tıp tıp tıp sesinde sektirildikçe ağrılarımı sandviçimi alıp bir okyanus hayal ettim. Okyanusu hayal ettim. Yani o olan, kendi olan. Başka susuz. Mutlak zonklamam en derindeki kumu sarsıyordu. İki dilim yalan arasında yüzen hiper gerçekler. Yutkunmam çoğalıyordu. Daralıyordu mutfak.

Bardak sarsıntıdan dönüyordu. Çoklu kanalları çarpı kapayıp düşünme ekranından duşa girdim. Giyilmezlerin anlamsız defilesi dünya. Kovdum manken edebiyatı, kovdum manken ilişkiyi, kovdum manken menüyü, Kovdum manken cumhurbaşkanını, kovdum manken tasarımları, kollarını bana açan kavisli smart şefkati, el işaretimle, ses işaretimle kapamaya çalıştığım tüm kanallar, açıklıklar, çatlak sızısı.

Çıplak kalçama ve yanaklarıma dokundum, yokladım, duşa girdim. Buhar içimde sayısız error böceğini kımıldattı. Ayaklarıma ve sokaklara korkunç yürüyorlardı. Küçük pencereyi yavaşça kapadım. O o o bulaşmıştı bana. O o o insanı bulaştı bana. İpotekli, tutkallı, kendisiz bir yığın o. Suyu döktükçe... Çoğalıyordu o hücrelerim. Suyu döktüm, üstte krem. Suyu döktüm, alta kan sızıyordu. Çözülüyordu ağır kokular. Kustum midemdeki asidi. Yarıklarda...

Kayboluyordu kendime baktığım. Büzülüyordu tekne. Kemiğimden alıp büzülüyordu. Kendi giderine çekiliyordu. Teknenin ölümüne karışıyordu ölümüm. Bastım yere. Bastım toparlanıp bastım iyice. Üstüme yapıştım yakandan çekiştirdim sarstım onu. Duşa kabinci bağırdım. Yardım bağırdım. Somut olan şeyleri bağırdım. Error böcekleri topal ve hızlı geliyorlardı. Dişimi sıktım korkuyla, birazını kırdım dişimin, doku bıraktım kollarımda, zorladım kapıyı, tosladım duvara, geri yollandım, ağladım.

Bana kalsaydım dedim. Ağladım, seçmediklerimi yaşadım. Seçmediklerimi yaşamaya çalıştım. Ağladım. Uzaysız bir kara delikte, geri dönüşümsüz bir robotik olarak ben, bana olağan dünya... Son artık dedim. Son olarak bir de Ferrari motorlu atı okuyacağım. Ne büyük uzay. Arıyorum ben. Sızmalara boşluktan değil. Doğalgaz borularının altına hizalanan tablo cansızlığından. Arıyorum elektronik terazi hassas. Yünlü köpeklerden epilasyon meme ile beslenememekten. Enflasyon aranında şişko.

Pişkinlik derecesinde çiğ insan. Eşentiyon not defterimi, yeni kimlik kartımı bilinçli kazaya sürtüp vagonu kopmuş çıkıyorum dünyadan. Enerji patlamıyor. Bildiğin çiviler saça saça yükseliyorum. Sadece 1-2 kişiye neslihane şifre veriyorum. Ağzım yüzüm çikolatalara boğulu. Ara ara detoks sprintleri atıyorum. Korkutuyorum öfke nöbetleri tetikçilerini. 300 metrede bir duruşat ve sırıt. Senin azına koyarım diyorum aşağıya. Tuttuğum dileğin ümüğünü sıkarım.

Çokluğu seyrelen, seyrelen meydan dünyasına. Çok toplama kap, sakın bakma sonra kramp dünyası. Geçtiğim yerlerde tahta kaleler sarsılı. Piyasaya sermaye savaşları, balyalar çekili, emniyet şeritleriyle karın deşenler. Geçiyorum kalıyor komplo şengeçleri, süpersin ABD, salaksın amade. Kalıyor şoklanmış kahkahasıyla kafe gruplar.

Mutsuz çirkin, çirkin yalnız, yalnız büzük. Hepsi. İzostatik kaykaycı adını verdim onlara. World Sky Think Half-Pipe Kafaüstü Manzara. Keşke diyorum bakmama kumandam olsa. Süreç değil tık isterdim doğrusu. Atlamadan tık tık geçiyorum saplantılı hareket kalabalığını. Deneyimde serilik soğukluk vardır. Tüyleşiyorum. Duysal kayıt tutar dışında.

Susturdum beynimin cihazlarını Bakıyorum genişliyor alan Bakıyorum küçülüyor kaplayan Genişliyor alan Küçülüyor kaplayan Sanki bir orduyu ateşe verip ardından Atlanmış gibiyim. Ferrari motorlu at o. Metal kaslarına çizikler çizdim çıkmadan. Monza'da duvarlara çarptım. Yıkadım kalbini kuş kanadıyla. Asbest pelerinim savrulu. Alevler Muntazam Çizili Hiç Sormadım Fantazmamda Atımdan Önce İsem Atlanmışsam Kendimde Bazı Parçaları Ya Krokileşirse Birden Aşağısı Sokaklaşırsa Sorunca Sorunca

Silkip sarsar insanı, dürtme şeytanı. Aa! Haha! Bu benim dolabım mı? Altı kapaklı. Ahaha! Gömleklerim mi? Ütülü manşetli, neshoşası maçlı. Ahaha, yaşlanmış bir gün. Ahaha, profiterol. Yanık kokusu. Neden kırkma ve batma başladı gözümde? Mezar otlarına dokunuyor avucum. Aa bu benim depresyonu, katatonik, eski uyuşmalarım. Görünmez ve göstermez bir at istemiştim doğrusu.

Atladım kendimden ona. Kalp korneye içinde kalan yarım halkayla. Görüyorum bir konteyner kentte Orlon bir kazak çocuğu. Her hayal operasyon niye bırakır ki içeride bir şeyleri. Görüyorum, elindeki ekmek değil, buğday pazılı. Onda dalgın dağılma, bende kırma kusuru. Bağışla beni, astigmatlar arasında büyüdüm. Bağışla pili ısıra ısıra yükselmemi. Korkuyorum küçük net açılardan. Korkuyorum geri dönmenin son yakıtından. Acımasız değil acısızdan çıktım ben yola. İyi bakarsam gerçekleşecek dünya.

Boğazkale'ye varınca iniyoruz otobüsten. Songurlu'da minibüse mi biniyoruz? Bir müzenin önünden geçiyoruz. Kapalı mı? Niçin girmiyoruz? Giriyor muyuz? Antik kentin harabilerini dolaşıyoruz. Taş bloklarda hieroglifler. Ağızları açık iki aslan heykeli kemerli bir kapının iki yanında. Kayalarda miğferli tanrı kabartmaları. Orman nerede başlıyor? Paçaları sıvayın arkadaşlar dereden yürüyeceğiz.

Barış, Erinç, başka kimler var? Herkesi tanıyor muyum? Kaç kişiyiz? Kamp kuracağımız düzlüğü kim seçiyor? Barış'la aynı çadırda mı kalıyoruz? Kendi çadırın mı var? Ödüm kopuyor babamla Maltepe pazarından aldığımız en hesaplı dağcı çantası yürürken patlarsa. Patlarsa değil, dalga geçen olursa mı? Tepemizde saatlerdir uçup duran kartallardan Şahin, Atmaca.

Biraz ürküyorum. Kartalların gözünden nasıl göründüğümüzü düşünüyorum. Kanatlarını açmış süzülerek karşımızdaki sarp kayalık tepedeki bir oyuya giriyor teki. Hani nerede? Tam parmağımın ucuna bakın. Yılan avlamak için pusuya yattı şimdi. Hem dinleniyor hem avını daha yakından gözlüyor. Bizi gözlüyor olmasın yakından? Kayıların mağaramsı uyuklarında kendimi bir kartalla tek başıma kalmış hayal ediyorum.

Küçük taş havuzlar görüyoruz az ileride. İçleri sülük dolu. Yarı yolda harabelerin orada mı? Peşimize takılan kasabanın yarı çıplak gömlekleri var mı üstlerinde? Delikanlıları mı götürüyor? 7-8 metre yükseklikteki kayalardan iki kulaç genişliğindeki taş havuzlara atlayıp atlayıp çıkıyorlar. Denemeyi düşünüyor muyum ben de? Akşama kadar kalıyoruz. Kuş cıvıltıları, ergen kahkahalar.

Güneşin altında sıcak taşlara uzanıp kurumak hoşuma gidiyor. Kuruduktan sonra tekrar suya girmek. Sülüklerin üstüme yapışmasından rahatsız oluyor muyum? Sülük mü onlar? Silah sesleri geliyor önce. Teypten çalan oyun havalarına karışarak gecenin karanlığında. Yanımıza geldiklerinde mi fark ediyoruz bellerindeki tabancaları? Sadece birinin mi silahı var? İlk yanımızda mı sıkıyorlar? Hiç sıkmıyorlar mı?

Sülüklü taş havuzlarda ne güzel takıldık bütün gün. Ne oldu şimdi? Niyetlerini anlamaya çalışıyoruz. Ürktüğümüzü belli etmeden. Harlemli gençler gibi omuzlarında o kadar yol koca bir teyp taşıdıklarına göre asıl dertlere eğlenmek olmalı diye mi düşünüyorum? Hep birlikte mi hüküm veriyoruz buna?

Fark ediyorlar mı aramızdaki fısır fısır konuşmalarımızı? Bir ihtimal zifiri karanlıkta hayvanlara karşı silah taşıdıklarını düşünüyor muyuz? Önlem amaçlı. Kamp ateşinin etrafında hala ateş hala yanıyor mu? Kökleyerek temin sesini çifte telli misket oynadıklarında kurtuluyoruz kuşkularımızdan. Yüzlerindeki mutluluk bizi rahatlatıyor. Bu bir taktik olabilir. Hemen gevşemeyelim diye mi düşünüyoruz?

Karşılarına geçip biz de oynuyor muyuz? Başka bir şiir. İş. Babamla birlikte annemi yazlıktan sitenin otoparkında duran arabaya götüreceğiz. Müşkül 1. Evle otopark arası 100 metre kadar var. Müşkül 2. Annem yürüyemiyor. Müşkül 3. Annem korkunca mı? Avazı çıktığı kadar bağırıyor. Hayvansı bebek çığlıkları. Müşkül 4. Annem bizi tanımıyor. Yöntem. Kollarından tutup plastik bir sandalyeyi oturtuyoruz. Upuzun bir çamaşır ipiyle etrafını 3-4...

5, 6, 7, 8 tur çevirerek sandalyeye bağlıyoruz. Kolçaklarından ve altından tutup sandalyeyi yükleniyoruz. Esir bir kraliçe annem tahtında. Esir ve bunak bir esin. Eylem. Ayakları yerden kesilince bağırması gecikmiyor. Kaçırıldığını mı düşünüyor? Sesinin çıkmaması için bez ya da çaput gibi bir şey koymadık mı ağzına? Bağırma anne saat sabahın altısı millet uyanacak rezil olacağız. Gün ağrırken yola çıkmayı bunu yaşamayalım diye istedik. Bağırma Allah'ını seversen oğlunum ben. Her molada...

Yoruldukça mola verelim diye önceden mi konuşuyor karar veriyoruz? Bağırmaması için ellerinden tutup rahatlatmaya çalışıyorum. Az kaldı anneciğim geldik. Kızıp köpürüyor muyum? Yeter sus artık bağırma! Başımı kaldırıp ardından sitedeki evlerin pencerelerine balkonlara göz kesiliyorum. Kimse uyandı mı? Bizi izleyen var mı? Arabaya ulaşana kadar çığlıkları kesilmiyor.

Bebeksi hayvan çığlıkları. Çığlıkların şiddetti her yükseldiğinde adımlarımız da istemsiz hızlanıyor. İplerini çözüp arabanın ön koltuğuna, arka koltuğuna mı oturtuyoruz? Arabaya oturup rahatlayınca çığlıkları kesiliyor mu? Plastik sandalyeyi eve geri götürüyor muyum? Son bir kez bizi gören var mı diye etrafa bakınıyor muyum? Babam kesik kesik nefes alıp verirken böyle nasıl 750 kilometre yol yapacağımızı mı düşünüyor? Bu kadar. Bitirmiş olalım. Teşekkür ederim.

This transcript was generated by Metacast using AI and may contain inaccuracies. Learn more about transcripts.
For the best experience, listen in Metacast app for iOS or Android
Open in Metacast