Seneler - podcast episode cover

Seneler

Dec 16, 20241 hr 19 minEp. 104
--:--
--:--
Listen in podcast apps:

Episode description

“Ben Okurum”un yeni bölümünde Türkiye’de de çok okunan, Nobel Ödüllü Fransız yazar Annie Ernaux ve onun başyapıtı olarak kabul edilen Seneler var. Deniz Yüce Başarır, 1940 doğumlu yazarı, onunla aynı yıl doğan, başka bir ülkede de olsa, onun geçtiği yollardan geçen ülkemizin en önemli yazarlarından biriyle Oya Baydar ile konuşuyor. Ernaux’nun kendine özgü otobiyografi eserlerini, geçmişi, hatırlamanın yollarını konuşan ikilinin sohbeti edebiyatseverleri çok mutlu edecek. Ve tabii kitaptan çarpıcı bölümler de yine Başarır’ın sesinden dinleyenlerle buluşacak.

Transcript

Merhaba, ben Deniz Yücebaşarır. Kitaplar hakkında konuşmayı, dinlemeyi ve tabii okumayı sevenlerin podcastine hoş geldiniz. Ben okurum, başlıyor. sofra başının sonu gelmez yavaşlığında hiçlikten çıkar ve şekle bürünürdü çoktan başlamış zaman. Anne babaların bize cevap vermeyi unutup ara ara buğulu bakışlarla gözlerini diktikleri zaman. İzlerin olmadığı

ve hiçbir zaman olmayacak olduğumuz zaman, önceki zaman. Misafirlerin birbirine karışan sesleri, dinleye dinleye neredeyse bizim de tanık olduğumuza inandığımız ortak hadiselerin büyük anlatısını örerdi. 42 yılının dondurucu kışını anlata anlata bitiremezlerdi. Açlık, şalgam, iaşe ve tütün karneleri, bombardımanlar. Savaşın habercisi kuzey ışığı. Yollarda bozgun manzaraları.

At arabaları, bisikletler, yağmalanan dükkanlar. Yıkıntıları eşeleyerek fotoğraflarını, paralarını arayan felaket zedeler. Almanların gelişi. Herkes onların tam olarak nereden hangi şehirden girdiklerini belirtirdi. Her zamanki gibi nazik İngilizler, patavatsız Amerikalılar, işbirlikçiler, direnişe katılan komşu. Bilmem kimin kurtuluştan sonra kafası kazınan kızı. Yerle bir edilen, hiçbir şeyin kalmadığı löhavr. Kara borsa. Propaganda.

Bir deri bir kemik atlarla kudbekten seni geçerek kaçmaya çalışan sefil Almanlar. İçinde Almanların olduğu bir vagonda gürültülü bir şekilde osurup sonra da ortalığa... ''Madem içimizden geçenleri onlara söyleyemiyoruz, biz de koklatırız.'' diyen köylü kadın. Açlık ve korkunun ortak zemininde her şey ya özne belirtilmeden yapıldı, edildi diye ya da biz diye anlatılıyordu.

Peten'den omuz silkerek bahsederlerdi. Daha iyisi bulunamadığı için göreve geri çağrıldığında bile zaten bunak bir ihtiyardı. Gökyüzünde dönüp duran veikilerin uçuşunu ve homurtusunu taklit eder, ilgimizi uzun süre canlı tutmak için... en dramatik bölümleri Ne Yapıyorum Ben Şimdi? teatral biçimde eski dehşet anlarını canlandırırlardı. Ölümle, şiddetle, yıkımlarla dolu bu hikayeyi

neşeyle, şakalaşarak anlatışlarını telafi etmek istercesine ara ara duygulu ve tumturaklı bir cümleyle keser. Bir daha asla kimsenin başına gelmesin böyle şeyler. Peşinden sanki bilinmeyen bir mercinin uyarısıyla bu keyif anının vicdan azabıyla bir süre sessizleşirlerdi. Ama sadece gözleriyle gördüklerini ve yiyip içerken yeniden yaşayıp canlandırabilecekleri şeyleri anlatıp dururlardı.

görmeyip de bildikleri hakkında konuşacak yetenekten ve kanaatten yoksunlardı. Dolayısıyla ne Auschwitz'e götürülmek üzere trenlere bindirilen Yahudi çocuklar, ne Varşova gettosunda açlıktan ölenlerin her sabah toplanan cesetleri, ne de Hiroşima'daki 10 bin derece sıcaklık vardı. Bu yüzden daha sonra tarih dersleri, belgeseller, filmler de gideremeyecekti bu izlenimi.

Gaz odaları ve atom bombasıyla kara borsaya düşen tereyağı, hava saldırısı alarmları, sığınaklar aynı döneme ait değildi. 2021 yılıydı, kış ayları. Pandemi kırıp geçiriyor ortalığı. Başar da ben de ayrı odalarda kitaplarımızı yazıyorduk. Ben perde kapanmasa görecektinizi, o dünyanın bütün fıstıklarını. Arada da nefes almak için başka kitaplara kaçıyordum. Edebiyata.

Elime Annie Erno diye bir yazarın Seneler adlı bir kitabı geçti. İtiraf ediyorum o güne kadar yazarın adını duymamıştım. Kitap yeni çıktığı için hakkında 3-5 yazı görmüştüm, o kadar. Bütün görüntüler yok olup gidecek diye başlıyordu kitabın ilk bölümü. Kopuk kopuk, sanki tarihe düşürmüş bir takım notlardan oluşmuştu. Bir takım bana yabancı görüntülerin tasvirlerinden. Bilmediğim yer adları, film adları, kişiler.

Dipnotlar kitabın arkasındaydı. Sürekli o küçük numaraları takip ederek bilmediğim isimlerin ne ifade ettiğini anlamaya çalıştım birkaç sayfa. Sonra ilk sayfaların yarattığı bu zorlamadan ötürü kenara bıraktım bir süre kitabı. ve kendim de geçmişe dönük bir kitap yazarken elimi senelere atmış olmamın aslında ne değerli bir rastlantı olduğunu hissettim. İlk sayfalardaki bu kopuk notlar bile zorlasa da, benden önceki bir zamandan söz etse de,

Benim de hafızamı tetiklemişti. Ve ilerleyen bölümlerde, zaman bana, ben kitaba yaklaştıkça, geçmiş daha da belirgin bir biçimde canlanacaktı gözümde. Hatta perde kapanmasa görecektinize, Senelerden bir cümle de girecekti. Geçmişe dair yazmak, artık asla olmayacağımız zamandan bir şey kurtarmak. Tam da buydu işte. Okudukça Erno'nun senelerde başardığı iş,

Kendi hayatından yola çıkarak bir yakın zaman tarihi, dökümü, envanteri, artık siz ne derseniz arşivi çıkarma işi beni iyice hayran bıraktı kendine. Fransa'ya neredeyse üç bin kilometre... Ani teyzeye neredeyse otuz yaş uzak olan ben, senelerle birlikte hatırlıyordum. Benim yaşamadıklarımda, görmediklerimde, benden öncekilerde, benden uzaktakilerde, kendi yaşadıklarımı, duyduklarımı hatırlıyordum.

O Fransa'da çıkan bir dergiden söz ediyordu. Benim gözümün önüne TV'de yedi gün dergisi geliyordu. O izlemediğim Fransız filmlerinden sahneler hatırlıyordu. Ben serseri aşıkları izliyordum zihnimin perdesinde. Onun geçmişiyle benimki karıştı birbirine ve ben bir Annie Erno hayranı oldum. Sonra patır patır diğer kitapları yayınlanmaya başladı. Ben hepsini okudum. Artık Annie Erno ile akraba gibiydik.

Bir kadın beni yine kendimden geçirdi. Malum anne hassas noktamız. E baba da hassas noktamız. Babamın yeri de çok etkiledi. Bu arada ülkemizde de bir anne Erna fırtınası esmeye başladı. O da 2022'de Nobel Edebiyat Ödülünü de almıştı zaten. Yergök onun kitaplarının fotoğraflarıyla, okurların hayranlık notlarıyla doldu taştı. Bir yandan ben okurumda yapmak istiyordum, bir yandan da kiminle konuşmalıyım?

Bu kadar ilgi varken konuşmalı mıyım yoksa biraz ertelemeli miyim diye düşünüp duruyordum. Kısmet ben okurumun 6. sezonuna 104. bölümüne imiş efendim. Türkiye'nin en önemli yazarlarından Oya Baydar'ın... 2024 yılının Ekim ayında yayımlanan romanı, Hatırlamanın ve Unutuşun kitabı elime geçtiğinde, bu iki kelime, hatırlamak ve unutmak, aklıma hemen yine Erna'yı getirdi. Sonra Oya Hanım'ın da...

Tıpkı Ernault gibi 1940 yılında doğduğu bilgisi çarptı gözüme ve zihnimde bir şimşek çaktı. Üstelik Oya Hanım Fransız ekolünden geliyordu. Toplumsal ve siyasi olayları fon alan birçok roman yazmış, dolu dolu bir hayat yaşamıştı. Annie ile Oya birbirlerine ne de yakışırdı? Evet, seneleri ve Annie Erno'yu Oya Baydar'la konuşuyoruz. Son romanınız elime geçtiğinde Hatırlamanın ve Unutuşun kitabı.

Elime geçtiğimde dedim ki ben Oya Hanım'la Annie Erno'yu konuşmalıyım. Çünkü Annie Erno'yu konuşmayı çok istiyordum ama kiminle konuşayım kiminle konuşayım duruyordum. Bambaşka üsluplarla da olsa o kadar aynı yerlerde dolaşan kalemleriniz var ki hem aynı çağdansınız, çağdaşsınız. Aynı çağdaş ne? O iki ay benden küçük. Aynı yıl doğmuşsunuz tamam farklı coğrafyalarda. Fakat her ikinizi de en çok ilgilendiren konular bellek ve toplumsal bellek.

Biraz bu paralellikten, bu yakınlıktan başlayalım istiyorum. Hem hatırlamanın ve unutuşun kitabındaki unutma, hatırlama mevzularından da birazcık konuşmuş oluruz. Hem de Ani teyzemize de geliriz. İşte Ani teyze, ben de o teyzeyim. Oya teyze Ani teyze. Bir de bir başka benzer yanı var. Kitaplarının dışında, edebi şeylerin dışında.

Kitaplar da o kadar çıkmıyor fakat çok angaja bir kadın yani politik olarak daha doğrusu politik demek buna şey mi ama evet yani toplumsal olaylar karşısında çok angaja bir kadın. Ama ne bildiler en son bu İsrail meselesi. Son şeylerin bayağı başını çekiyor o yazarların bildirilerinin fazlanan. Bir çeşit aktivist yani. Bir çeşit evet ve şey benden belki biraz farklı ben o kadar değilim. O çok da yani kendine de büyük bir güveni var. ve polemiklere falan giriyor.

Sanmayın ki böyle kitapları dahil öyle yazmış kimse, herkes kabullenmiş öyle değil. Bir sürü polemiğin içinde falan ve onlarda da... Olmaması da mümkün değil herhalde. Mümkün değil ve feminist şeyi de müthiş savunuyor falan. Evet yani ben bu kitabı seneler... Onun üzerinden önce konuşalım sonra tabii senelerin aslında bütün yazdıklarının hem özeti hem toplamı olduğunu da söyleyebiliriz ama.

Ben kitabı bir tesadüf o sırada Fransa'daydım. Yani benim bir kitabım Fransızca'ya çevrilmişti. Orada yayın evimden bir editörüm şey demişti. Ya bunu sen biliyor musun hani Erno falan. Ben gerçekten okumamıştım daha önce. O zaman 2008 Galimal'dan çıkmıştık. 2008'de okudum. Yani birden şöyle çarpıldım. Ya bu kitabı ben yazmış olabilirdim. Yani şey olarak değil. Ben bu kadar iyi yazardım anlamında değil ama.

Bu kitabı ben yazmış olabilirdim. Çünkü olaylar neredeyse aynı. Tamam onlar Fransa'da geçenler ama bir dönem. Nasıl bir dönem? Bir de çok belirleyici bir dönem. İkinci Dünya Savaşı'ndan çok belirleyici. İkinci Dünya Savaşı'ndan yani 1940'lı hani yani Robert'te 1940'lıyım. Tabii ki yani ilk yıllarını bilmeyiz ama insan 3 yaşından sonra falan baktım o da öyle çabuk okuma öğrenmiş falan. Ben de öyleydim yani 44'te artık okuma biliyordum. Anlayabiliyordum bazı şeyleri. Bütün o süreci düşünün.

Aynı dönemi yaşamışız. Birinin Türkiye'de birinin Fransa'da olması çok büyük fark getirmiyor. Ben bir de biraz işte Fransa okulunda falan okudum. Bir Fransa ekolünde olmak var ama mesela okuduğumuz kitaplar diyelim. Söyrettiğimiz filmler, şarkılar falan hepsi var ve hepsi çok aynı. Bir de tabii orası Fransa ama 1950'lerin yani ilk anlatmaya başladığı yıllar 50'lerin 60'ların Fransası.

O Fransa bizim Türkiye'nin kasaba ahlakı, kasaba tutuculuğu diyeyim isterseniz. Özellikle kadın meselesine, cinsellik konusuna bir kasaba kıskacı içinden bakma. Bunalma aile yapısı ailenin çocukları üzerindeki baskıları özellikle kızların üzerindeki bunlar da bize çok yakın. Çok yakın evet çok yakın. Artı bütün o dönem boyunca dünyada olanların, Fransa'da olanların etkileri, onun üzerine düşünceleri, anermonun yorumları ve duyguları.

Daha çok. Hayal kırıklıkları, öfkeleri, ah ben ne yaptım. Bazı politik şeyler hiçbir zaman böyle tam partiyle olmamış. Öyle örgütlere girmiş ama hayal kırıklıkları oluyor falan. Bana o kadar benzer geldi ki bu kitabı ben yazdım yani. Tam yazabileceğiniz bir kitap zaten seneler. Tam öyle. Gerçekten öyle. Bana öyle o duyguyu verdi. Hatırlamanın ve unutuşun kitabında da siz Türkiye'nin yakın tarihine aslında yine bakıyorsunuz. Ve dolayısıyla tabii ki dediğim gibi üsluplarınız...

Çok çok çok farklı. Sizinki bir roman senelerde bir roman ama işte ona bütünleyici roman öyle bir isim bulmuş durumdalar. Tam bir roman gibi de değil bir yandan. Yok kendisi zaten otososyobiyografik diyor. Evet diyor. Siz romanda unutursunuz ve unutmadığınızı sandığınız her anı yazdığınız anı yazdığınız yeni bir yaşam parçasıdır diyorsunuz. O da senelerde şöyle bir şey diyor. Hafıza da cinsel arzu gibi hiç durulmuyor. Ölmüşlerle hayattakileri, gerçek varlıklarla hayaliye olanları...

Rüya ile hikayeyi iç içe geçiriyor. Bakış açınızda da böyle bir paralellik var. Biraz bundan konuşalım istiyorum. Çünkü ana kitapları bile aslında bir çeşit... Kurgu kitabı baktığımızda. Çünkü biri başka türlü hatırlıyor, bir başkası başka türlü hatırlıyor. Ve dolayısıyla gerçeklerle hayal, gerçeklerle bizim algımız iç içe geçiyor. Sizin Hayatın ve Unutuşun kitabı da tam bu fikrin üzerine kurulmuş durumda. Aslında bir anlamda seneler ve diğer bütün kitapları da. Çok farklı.

Üsluplarla diyeyim. Çok. Çok farklı üsluplarla. Benim özellikle kaçındığım üslupla diyeyim. Evet. Öznellik. Her şey olursa ki tam yakalayamıyorum istediğim gibi ama. Oraya yatkınım. Nitekim bu hatırlamanın ve unutuşun kitabında da mümkün olduğu kadar özellikle sayıklamalar bölümünü daha böyle bir şiirsel bir dille. yapmaya çalıştım. Tam tersi anne onu bilerek ve isteyerek yapamaz mı yapar? Çünkü caz da çok iyi bir yazar, çok iyi bir gözlemci. Bilerek, isteyerek bayağı steril.

Düz yazıyor değil mi? Dümdüz. Dümdüz. Hatta işte plat diyor Fransızlar bazen ilişkilerinde böyle yani. Kuru gibi geliyor. Kup kuru. Ama yapmak istediği bu. Önce yapmak istediği. Çünkü şöyle. Aslında zamanın bizden alıp götürdüklerinin peşinde. Büyük tutkusu o yani. Zamanın bizden alıp onları yaşatabilmek. Fakat bunu yaparken benim mesela hiç yapamadım yapamayacağım çok dıştan bakıyor. Çok nötr bakıyor.

Hani eski tabirle vakanüvisler vardır. Olayları kayda geçirirler sadece. Şurada şu oldu, burada bu oldu. Neredeyse bir vakanüvis üslubuyla kayda geçiriyor olayları. Şöyle diyeyim. Böyle roman okumak hani bildiğimiz klasik roman okumak isteyenler için bence sıkıcı ve zor bir okuma. Özellikle de yani bir tanesini seneleri okuduğunuz zaman.

Ki ben özellikle sizinle de konuşmak için diğerlerinin hepsine tekrar baktım. Okumuştum aslında ama hepsine tekrar tekrar baktım. Yani bunu okuduğunuz zaman tamam okursunuz. O paralelliği de kuramazsa kişi... Mesela genç biri okursa ben onun için zor bir okuma olacağını belki yanılıyorumdur bilmiyorum ama. Ve Erno'ya pek yaklaşmayacağını öbür kitaplarının.

diye düşünüyorum. Ama belki böyle değildir. Bilmiyorum. Türkiye'de çok okunuyor hani Erno. Çok okunuyor. Acayip bir ilgi var. Ben ama senelerden çok bir kadına, olaya daha çok ilgi olduğunu gözlemliyorum. En son da şey... Yalın tutku mu en son? Yalın tutku. Evet. En son genç adam yayınlandı ama bir de yalın tutku. Ben çok zayıf buldum onu söyleyeyim. Yani o son vakileri çok zayıf buldum. Mesela bir şey çok iyidir bence. En iyisi diyebilirim senelerden. Benim daha çok sevdiğim.

Boş dolaplar. O ilk romanı zaten. Ve tabii şimdi. Çok okutmaz. Muhtemelen kadın okuru fazla. Zaten Fransa'da da öyleymiş. Kadın okuru fazla. Yani ona baktım biraz. Bir kere Boş Dolaplar ilk roman 74. Çok genç 74'te. Çok genç dediğim 34 yaşında değil mi? İlk roman orada parlıyor bir kürtaj şeyiyle açılır roman. Evet. Bütünüyle biraz böyle talihsiz bir kötü yapılmış bir kürtaj ve bunu böyle neredeyse. bütün süreç, bütün safahatiyle tek tek anlatmak.

Yani anlatıyor ve hep oraya da geri dönüyor. Saplantılarından biri. Evet. Zaten ayrı kitabı da var bunun. Tabii tabii var. Olay öyle. Olay böyle. Ama şeyde de boş dolaplarda da öyle açılıyor. Tabii evet evet öyle açılıyor. Tabii olayda bütün şey. Ve bir de şey varmış onu görmedim ben. Görselle de ilgileniyor sadece bu tür şeyler yazmıyor. Bir meme kanseri geçirmiş ve onun fotoğraflı bir şeyi varmış. Yani onu bakarken buldum. Süper 8 yıllarda söylemiyorsunuz.

Oraya not almıştım ama genç adam fotoğraflar, meme kanserini fotoğraflarla anlatılmadı diye bir şey var. Şimdi ben görmedim onu bilmiyorum. Evet onu ben de görmedim. Şöyle diyeyim. Bu zamanın bize yitirdiklerinin peşinde giderken onların her birinin yitip gitmemesi için neredeyse çabalarken. Anno'nun en önemli şeyi cinsellik. Biraz saplantılı bir cinsellik şeyi var ayrıca. İkincisi sınıfsal çelişki. Hep böyle kendini küçük bir kafe bakkal kızının küçük bir yerde üstelik.

Onların sınıfsal olarak alttaki çocuğu ve hep aile de onun yükselmesini istiyor. Özellikle baba, anne de. Ama kendi de yükselmek istiyor. Ama o yükseliş şeyinde bence aşırı bir şey. Mesela ben hiç öyle şey ben de yani çok orta sınıf bir ailenin çocuğuyum ama ben hiç o sınıfsal durumumu öyle hissetmedim. Çok derin yaşamış değil mi? Çok derin yaşamış. Büyütmüş de bence. Yapısı büyütmeye de. Şimdi ben de mesela Dandasyon'da okuyordum.

Babam yeni emekli olmuş bir asker. O zaman askerlerin çok şimdilik gibi değildi. Biz çok böyle küçük şeylerle. Yemek mesela damlisyonunda öğle yemeğine kalamazdım. Ve sefertasıyla. Ayrı bir odada götürdüm. Benden başka da kimse yoktu öyle. Mesela bende de bunun vardır içimde. Ama bunu ben o kadar sorun yapmadım. Ne yaptım? Sınıf birincisi oldum.

O da bu arada sınıf birinci. O da öyle. O da telafi. Evet tabii. Ama en orada bu çok derin. Çok derin evet. Bütün edebiyatını yaratan şey bu. Bütün edebiyatını. Bir cinsellik, iki bu sınıfsal çelişki. Bütün edebiyatını yaratıyor. Evet kesinlikle çok haklısınız. Ben de hep okurken şimdi ben de tabii ki sizinle konuşacağız diye tekrar döndüm. Bütün kitaplara baktım. Gerçekten de en temel mevzu sınıf atlama.

Meselesi aslında. Çünkü okuyarak üniversite eğitimiyle birlikte aslında o bir sınıf atlıyor. Başka bir sınıfa dahil oluyor. Ve hasta şöyle diyor. kendi sınıfını anlatabilecek bir dili edebiyata taşıma kaygısından söz ediyor hep. Bir süreden beri biliyorum ki roman imkansız, zaruretlere, yoksulluğa boyun eğmiş bir hayat anlatmak için bir kere ne sanatın tarafını tutmaya,

Ne de sürükleyici ya da dokunaklı bir şey yapmaya hakkım var. Evet ve dile yansıyor bu işte. Değil mi? İşte o düz dil dediğimiz şey. Benim sınıfımın dili onu aşamadım. Ama aşıyor aslında tabii ama. Bir tercih tabii. Özellikle galiba şu duygumu Oya Hanım ben öyle hissettim. Mesela ya boş dolaplarda ya da olayda vardı. Benim şu anda içinde olduğum hisleri bana...

İşte ne Dostoyevski anlatabilir ne bazen atıyorum şu anda şu anda yazarları da hatırlayamıyorum. Anlatabilir. Evet evet yani ancak şu anki duygularımı. Benim yaratacağım bir dil anlatabilire getiriyor gibi hissediyorum. İşte o birincik ben. Aslında şöyle diyebiliriz. Çok kendine dönük. Çok tabii.

Her şey kendinden kaynaklı. Dünyayla da ilgileniyor dediğimiz gibi bir militanlık şeyde var falan zaman zaman aktivistlik tarafları falan. Ama hepsi kendinde o aktivizminde falan da var onu. Ben baktım biraz neler yapmış neler etmiş. Çok kendine dönüp, kendini didikleyen diyeyim istersen. Evet. Kendini didikliyor. O kendini didiklemesi satırlara yansıyor. Kesinlikle. Kendinden yola çıkıyor her zaman. Kendinden her zaman.

Ve kendini işte hesaplaşmada değil bak hesaplaşmada bir değer yargısı vardır. Bu didikliyor ve didiklediğini açığa çıkarıyor ama... Hesaplaşma falan yüzleşme. Hayır bunu yapmıyoruz. Bir çeşit yüzleşme var tabii ama hesaplaşma biz sezmiyoruz. O içinde hesaplaşsa bile yazdıklarında hesaplaşmayı sezmiyoruz.

Sadece onun sıkıntısını seziyorum. Peki buna katılır mısınız? Yazdıklarında toplumsal olarak bir hesaplaşma var bir yanıyla. Sanki hissediyorum kişisel olarak olmasa bile. İşte o yine demin konuştuğumuz. O sınıfsal mesele. Sınıfsal mesele sınıfsal toplumsaldır zaten. Tabii tabii. Onun için orada da çok sert ve çok cesur tabii. Çok cesur. Şöyle çok cesur.

Biraz baktım ona eleştiriler getirilen özellikle o feminist şeyine falan. Oralarda yazdıklarıyla çok değiştiriyor. Kim o kadar bir kırtajı anlatabilir? Ve kendisi kendi adıyla şeyiyle yani. Bütün ilişkileri de yani mesela yalın tutkudaki de hatta yalın tutkudaki A yazmayacaksın diyeyim. Tabii tabii tabii yani gerçek insanlar bir kısmı sadece C baş harfleriyle adlarının.

Ama kendisi her zaman kendisi yani mesela Erno Soyadı da sonradan ayrıldı. Kocası yani şeyde kürtaj aldığı da ondandır yani. Evet. Sonradan evlendi. Yani her tüm kitaplarında kendinden yola çıkıyor gerçekten de. Ama senelerde yaptığı farklı bir şey var bana sorarsanız. Kendi hikayesini anlatıyor, evet. Ama bunu ben diye birinci tekil şahıs olarak yapmıyor. O hep fotoğraflardaki kız.

Bazen giysileri, bazen yanındakiler, bazen duruşu ve emin olmasak da hakkında ancak birlikte tahmin yürütebildiğimiz duygularıyla o da bağımsız gibi görünen biri tarafından anlatılıyor. Fransa'nın 2. Dünya Savaşı sonrasındaki tarihi, toplumsal hayatı ise daha tarafsız bir yaklaşımla 3. Tekir Şans olarak anlatılıyor. Bazen de biz giriyor devreye. Tıpkı atalarının geçmişten bahsederken yaptığı gibi.

Eşyaları arzulayacak zamanımız vardı, diyor. Varoluşumuzun ufku ilerlemeydi, diyor. Bir an bir şeyi kaçırmıştık ama neyi kaçırdığımızı bilmiyorduk, diyor. Ve hikayesine böylece hepimizi katıyor. Biz onlardan değilsek de, o dönemde yaşamasak da bir birliktelik duygusuyla dönüyoruz o günlere. Akıyoruz Annie'nin ve Fransa'nın hikayesinin içinde ve bu nehir koca bir dünya okyanusuna kavuşuyor işte.

Aniherne o kitaplarını okuyanlar elbette onun hayatını hiçbir biyografinin anlatamayacağı kadar iyi biliyorlar. 1 Eylül 1940'da Normandiya'nın Rilbon komününde doğup, İvto'da çoğunlukla işçilerin yaşadığı bir köyde, Anne ve babasının işlettiği bir kafe bakkalda büyüdüğünü öğrenmemek imkansız onu okuyunca. Ama Erna okurları bu sıradan bilgilerin yanı sıra onun duygularını da biliyorlar. Çelişkilerini, öfkelerini. Kızın hikayesini okuyanlar bir biyografide...

1960'da Londra'ya gitti, orada oper olarak çalıştı cümlesinin öncesini de biliyorlar, sonrasını da. 1958'deki yaz kampını, orada yaşanan özgürlük ve ardından gelen eziklik duygusunu, O ilk cinsel deneyimi, Londra'ya giderken ailesinden ilk ayrılışından farklı olarak isyan duygusunun yerine hüznün aldığını,

O zamanlar düşen soyadını taşıyan kızın Londra'daki ailenin sadece çocuklarına gözetmenlik yapmakla kalmayıp evin bütün işlerini de yaptığını ve bunun onda kapanmayacak bir yara bıraktığını da biliyorlar. Olayı ya da boş dolapları okuyanlar Rowan'daki eğitiminin ardından öğretmen olarak çalışmaya başladığı sırada 1963'te başından geçen kürtaj olayını da tüm ayrıntılarıyla biliyorlar. Biyografiler yazmaz bunu.

Hatta onun Bordo'da hamile kalma riski taşıyan bir dönemde olduğunu bile bile ama bunun onun karnında tutabileceğine inanmadan seviştiğini de biliyorlar. Ve o sıralar Fransa'da kürtajın yasal olmadığını da, doktorların bu işi kaçak yaptığını da, Yani kadınların büyük bir risk aldığını da biliyorlar. Bu bilgiyi başka bir yerlerde de bir cümle halinde okuyabiliriz tabii. Ama bir kadının o olaydan sonra neler hissettiğini yazmaz işte tarih kitapları.

hayatının nasıl bir dönüm noktası haline geldiğini yazmaz. Erno, 1971'de edebiyat alanındaki eğitimini de yüksek dereceyle tamamladığında, ailesinin kullandığı dilden başka bir dile terfi etmiş oluyor. Yüksek ve saygın Fransızcaya. Küçük esnafın, işçi sınıfının dilinden edebiyatın diline. Onu okuyanlar, tıpkı Oya Hanım'ın da dediği gibi, sınıf çatışmasının onu ne kadar etkilediğini de biliyorlar.

Ve bu mezuniyetin ne ifade ettiğini daha iyi anlıyorlar elbette. Ve öğretmen yeterlilik sınavının uygulama aşamasını bir grup öğrenciye Gorya Baba'yı anlatarak geçtiğini, bu sınavdan tam iki ay sonra babasının öldüğünü de biliyorlar. Çünkü babamın yerinde anlatıyor bunu. 23 yıl liselerde öğretmenlik yapıyor Erno. Daha sonra da açık öğretimde eğitim vermeye başlıyor. Bu arada Bordo'da beraber olduğu P, yani Philip Erno ile evleniyor. Yani şu...

Olayın diğer sorumlusu. 1981'e kadar da sürüyor bu evlilik. Ayrılışlarını da biliyor onu okuyanlar. Ama onu okuyanlar kadar okumayanlar da şanslı. Çünkü şu anda önlerinde keşfedebilecekleri harika bir yazar duruyor. Tüm dünyasını onları açmaya hazır, cesur bir yazar. 1974'te yayımlanan ilk romanı Boş Dolaplarla Başlayan Bu Cesaret Hareketi,

her yeni kitapla birlikte daha da artıyor ve okurunu sarsıyor. 1983'te okurlarla buluşan babamın yeriyle Renaud'a ödülünü kazanan Erno, yazarlık hayatının hemen başlarında karar veriyor zaten. Otobiyografinin yolundan ilerlemeye. Onun deyimiyle otososyobiyografinin. Ülkemizde de yayınlanan yalın tutku, olay, bir kadın, kızın hikayesi ve genç adam bunun en iyi örneklerinden.

Bu arada henüz bizde yayınlanmamış olan kitapları da var. Sohbet sırasında Oya Hanım'ın da sözünü ettiği, kanser hikayesini anlatan fotoğrafın kullanımı olarak çevirebileceğimiz kitabı gibi. Yine Fransızca bilmeyerek çevirmeye çalıştığım Utanç, dondurulmuş kadın, söyledikleri gibi yap, yok sayı sayabiliriz bunların arasında. 2008'de yayımlanan bölümün esas kızı senelerse onun başyapıtı olarak kabul ediliyor. Otososyo biyografinin mükemmel örneği.

François Mauriac, Marguerite Duras, Fransızca dil ödülü gibi birçok başarının ardından 2019'da Uluslararası Booker ödülüne de aday gösteriliyor kitap. Ve Erno'ya Nobel Edebiyat Ödülünü getirenin de elbette diğer eserlerinin payı göz ardı edilemez ama aslında seneler olduğu da konuşuluyor edebiyat çevrelerinde. Jüri şöyle açıklamıştı ödülü yazara verme nedenlerini. kişisel hafızanın köklerini, mesafelerini ve kolektif kısıtlamalarını keşfetmedeki cesaretinden ötürü.

Biraz önce konuştuk. Benim senelerde çok sevdiğim bir cümle var. Aslında onun bütün edebiyatını da bir anlamda anlatan bir cümle. Özellikle seneleri. Geçmişe dair yazmak artık asla olmayacağımız zamandan bir şey kurtarmak. Bir şey kurtarmaya çalıştık. O zamandan olmayacağımız zamandan bir şey. Nesnelerle ilişkisi de öyle. Mesela benim de nesnelerle öyle bir ilişkim vardır. Şimdi ben işte epey yaşlanınca aynı yaştayız yani öyle.

Hep artık nasıl olsa bu çok fazla sürmeyecek önümdeki. Önümde gayet tabii yani bu doğal bir şey. Önümdeki zaman azaldı. Bakıyorum beni en fazla kaygılandıran... Ve ay dedirten nesneler çevremdeki. Koleksiyonunuz mu? Kedi koleksiyonum aslında sanıldığı kadar değil. Kedi koleksiyonum oğluma çok fena bir miras bıraktım. Bunu dedim yazacağım. Bunu olduğu gibi. Bir de uzakta oturuyor oğlum Kanada'da. Olduğu gibi fotoğrafları çekilecek. Olduğu gibi evinize kuracaksınız mutlaka.

Onun cevabı da yeni bir duvar yaptırayım bana. Böyle yani onun dışında bazı şeyler mesela şöyle size de vardır olur. Ben gezmeyi seviyorum. İmkanım maddi ve sağlık imkanım olduğunda uzak yerlere. Oralardan alınmış şeyler var. Evet hep böyle küçük objeler. Küçük küçük değersiz belki ama yani benim için mesela onlara bakınca. Bu bitecek ya. Benden sonra bu olmayacak falan. Biraz da şey halim var. Belki anneğerin oda da vardır. Bilmiyorum. O da öyle bir kadın çünkü. Her şeye hakim olma.

Başkaları benim adıma yapmasın. Kararları ben vereyim. Ben vereyim. Tabii bu o kadar iyi bir şey değil ama böyle olduğu için bana mesela bir arkadaş, yakın arkadaşlarım. İnsan geleceğini bu kadar şey yapmaz, çizmez derler bana. Bu kadar planlı. Hani şimdi şöyle olacak. Bu eve ben gittikten sonra biri gelecek. Gelecekleri sıralıyorum. Önce şu, şu, şu, şu. Önce gelinim. O da sever öyle şeyleri. Objeler, nesnelerle. Mesela önce o alacak, sonra o almadıkları şu alacak, şunlar bilmem ne.

Böyle yani tabii bu biraz da yaşlılık saplantısı belki ama böyle bir şeyim de var. O nesnelere biz zamanın yok olduğumuzda zaman o nesneleri de. Tabii ne yapacak? Evet ne yapacak falan böyle şeyler. Zaten senelerin yola çıkışı siz de biliyorsunuz. Kanser teşhisi aldığı zaman kemoterapi alırken yazıyor. Öyle zamanlarda. Evet ölüme yaklaştığını düşündüğü.

İçin aslında işte o zamanını tutmaya çalışıyor. Bütün bunların bir şekilde bilinmesini birilerine aktarmayı istemek. Zaten kitabın sonunda da bilmiyorum onun da ne derken. Tam sonunda neden yazdığını, nasıl yazdığını sanki bir hani kurgu dışı bir kitabın ön sözüymüşcesine açıklıyor. Ben hatta kitabın özeti demişim buraya.

Kitabın biçimi demek ki ancak hafızadaki görüntülerle batı açık ortaya çıkacak. Böyle bir dönemin bir selenin kendine hız alametlerinin olabileceğine kesine yakın bir şekilde ayrıntılarıyla gözden geçirebilecek falan diye devam eden. Bir de şeyi var neden yazdığı demişim. Hafızanın içinde kolektif hafızanın hafızasına yeniden kavuşarak tarihin yaşanmış boyutunu teslim edecek falan diye gidiyor.

Tam orada gerçekten bir kurgu dışı kitabın ön sözüymüşcesini öyle kapatıyor kitabı. Mesela şurada bak benzerlikler. Kedi ayrıntısı. Onun da siyah beyaz bir kedisi var. Ve kediye bakıyor. En çok bulunan türden siyah beyaz kedinin diyor. Ve kedinin... Uyutulacakken son bakışı. Ama benim farkım ben uyutulmuyorum hiçbir zaman. Sonuna kadar dayanıyorum. Çok zor iş o da. Yani bağlanıyoruz ve tabii onlar bizden az yaşıyorlar falan. Bazen son dönemleri çok şey olabiliyor. Benim öyle bir kedim oldu.

Kadar korkunçtu son dönemleri. Fakat aynı zamanda benim de böyle sorunlu bir dönemimdi. Annem de durumu kötüydü. Diyorlardı ki bu kediyi uyut. Ben de diyordum ki beni uyutun. Çünkü kedi bu haline rağmen mutlu. Yemeğini yiyor bilmem ne. Evi bütün böyle. Şeyleri naylonlarla kaplamışız gazetelerle. Tabii çünkü şey yapıyor. Ama kedi mutlu. Annem de mutlu. Bütün o durumlarına. Siz beni uyutun diyordum bunları bırakın yani. Biraz da şundan konuşalım istiyorum.

Şimdiki zamanın ağır basması modern hayatın bir sonucu, hatırlamanın önemi ya da bazen imkansızlığı Erno'nun özellikle bu kitabında çok öne çıkıyor. Yani modern zaman hatırlamamıza bazen... başka neler olabileceğini öngörmemize engel oluyor. Siz de böyle düşünüyor musunuz? Tam öyle düşünmüyorum. Yani o modern zamanında biliyorum yani o kargaşa, o şey öne çıkan olaylar, uğraşlar bambaşka bir hava.

Ama onun içinde çekilip yine de ben hatırlamanın zarar gördüğünü düşünmüyorum. Ama hatırlamak nedir? Yani biraz işte bu son kitapta ben de onunla ilgilenmeye çalıştım. Belki yani hatırlayabilmek için de mi yazdım? Ya da yok, hatırlamaların ne kadar yanlış olabileceğini, hafızanın ne kadar oyunlar oynayabileceğini falan. Ama şurada bir şey var, modern zamanın o hayhuyu ya da neyse yani o akış, belki hakikaten hatırlamayı...

daha da zorlaştırmasa bile tahrip ediyor. Manipüle ediyor diyeyim isterseniz. Evet. Hatırlamalarımız belki eskisinden daha az net oluyor artık. Başka şeylerin etkenlerin etkisi altında kalarak hatırlıyoruz belki. Yani mesela sizin kitabınızda tabii şey var bir komadaki bir adam var ve onun başında aslında onlar. Zamanın hayhuyundan ister istemez yalıtılmış durumda olan iki karakter. Doğru, o anda oradayım.

Ki yine de farklı hatırlıyorlar her şeyi aslında. Yani o ister istemez öyle oldu. Ama yani kendimiz de öyle. Yani farklı hatırlarız. Ben mesela kendimi çok doğrucu Davut bilirim. Yani ben böyle... yalan ve bir şeyi tahrif etmem açık açık falan derim bazen öyle şeyler oluyor ki

Farklı anlattığımı fark ediyorum. Çünkü yaşarken de farklı algılamış olabilirsiniz. Belki de öyle. Bir de o var yani. Belki de öyle. İki insan bir olayı yaşarken her iki kişinin algısı bambaşka oluyor. Öyle oluyor gerçekten. O ikinci sırada soldan üçüncü. Bu kızda iki yıl önceki fotoğrafta kışkırtıcı poz veren Ergen'i görmek biraz zor. Yine gözlüklü. Saçları fiyonklu bir kurdeleyle arkaya toplanmış. Boynuna doğru bir tutam sarkıyor.

Kıvırcık perçem ciddi görüntüsünü yumuşatmıyor. Bütün varlığının bu yaz kısmen bekaretini bozan oğlan tarafından ele geçirildiğinin hiçbir işareti yok yüzünde. Olanların tanığı kan lekeli külodu bir dolabın içinde kitapların arasında saklıyor. O günün ardından yaptıklarının ve hareketlerinin izi de yok. Onu tekrar görme umuduyla sokaklarda yürüyüp durması.

Kız yurduna dönüp ağlaması. Yazması gereken ödevin başında konuyu bile anlamadan saatler geçirmesi. Ailesinin yanına gittiği cumartesi günleri. Aralıksız Only You'yu çalıp durması. Çörek, bisküvi, çikolata tıkınması. Felsefenin diline girebilmek için sıyrılmak zorunda kaldığı yaşayan varoluşun ağırlığının hiçbir emaresi yok. Bu gayeyle, kati mecburiyetle...

ve sadece işin özüne odaklanarak yemek yeme arzusunu zapt etmek, bedenini, gelmeyen adet kanını kafaya takmayı bastırmak zorunda. Gerçeğin gerçek olmaktan çıkması, ele gelmeyen, soyut, zihinsel bir şey haline gelmesi için gerçek üzerine düşünmek. Birkaç hafta sonra yemek yemeyi kesecek. Gidip yağ yakıcı haplar satın alacak. Saf bilinçten ibaret olacak.

Ders çıkışı iki yanında panayırın barakalarının dizildiği marn bulvarından yukarı yürürken kulağına gelen müziğin uğultusu zihnine musallat olup musibet gibi peşini bırakmayacak. Fotoğraftaki 26 kızın hepsi birbiriyle ahbaplık etmiyor. Her biri içlerinden 10-12'siyle konuşuyor, diğerlerine yokmuş gibi davranıyor. Okul dışında rastlaştıklarında durup konuşacaklar mı, yollarına devam mı edecekler, birbirlerine gülümseyip geçecekler mi yoksa görmezden mi gelecekler?

nasıl davranmaları gerektiğini sezgisel olarak biliyorlar. Yine de, felsefe dersinden jimnastik saatine, yoklamada burada diye cevap veren her ses, her birinin giyim kuşamı ve fiziksel özellikleri, bilinçlerine öylesine işlemiş ki sınıftaki her kız diğer 25'inin kişiliğinden bir parça taşıyor kendinde. 26 kızın duygu ve yargılarının toplamını taşıyan görüşler sınıfta her daim dolaşımda.

Nasıl görüldüğü hakkında diğerlerinden fazla söyleyecek bir sözü yok. Aslında en büyük arzusu görülmemek. Daha ziyade sınıfın yok sayılanlarından, özel bir parıltısı olmayan ve öne çıkmayan iyi öğrencilerden olmak. Ailesinin bir kafe bakkal işlettiğini söylemek hoşuna gitmiyor. Aklının sürekli yemekte olmasından, adetlerinin kesilmesinden, hipokenyanın ne demek olduğunu bilmemekten, hakiki süet değil de nubuk ceket giymekten utanıyor. Kendini yapayalnız hissediyor.

Bence bu hani toplumsal olayları hatırlarken aynı zamanda sanki onun şöyle de bir güdüsü var gibi geliyor. İyi zamanlar olduğu kişiyi de hatırlıyor. Evet bu çok güzel. Çok güzel şey yaptınız. Evet bir zamanlar olduğu kişi hatırlayarak o olayı o kişi olarak anlatıyor. Evet. Ya da o olay karşısında bir zamanlar olduğu kişinin 18 yaşındaki tepkisi.

O hiçbir zaman 68 yaşındakiyle aynı değil. Öyle bakmıyor. Ya ben bilmiyorum. Hani Erno bu senelerle Nobel'i aldığında şöyle düşünmüştüm. Ya niye Nobel? Söyleyeyim yani. Nobel'de tabii şimdi son değerlendirmeleri epey farklılaşmaya başladı. Yani orada da bir değişme var. Ama bütününü sonra okuyunca, yeniden okuyunca... Bu yeni anlatım belki biraz benim yitirdiğimize hayıflandığım, bildiğimiz edebiyat ve romana aykırı bir anlatım. Belki de ama önümüzdeki zamanların şeyi böyle olacak.

Yani duygulardan büyük ölçüde arınmış, arındırılmış bir şey olacak. Belki ben bunu sevmiyorum böyle olmasını istemiyorum. Değil öyle ama anlattıkları yine de duygular. Tabii duyguları anlatıyor, duyguları anlatıyor. Ama hani bildiğimiz klasik roman şeyinin çok dışında. Zaten işte kendi otososyo biyografi diyor. Zaten galiba Nobel'i almasının sebebi de tam da bu. Yeni bir tür yaratmış olması. Bunu demek istedim. Yeni bir tür yaratmış olması. Ama şimdi yani haddime düşer mi bilmem ama son şeyleri.

Kendi yayın evimde şaşırdım. Mesela incecik bir şey o en son genç adam. Evet genç adam. Çocuk kitabı gibi olmuş bir de büyük büyük basmış. Buradan Can'a selam söylüyor. Ben baktım o sekiz sayıfalık bir şey anlatı aslında. Anlatı zaten evet. Bir sayıf bir anlatı. Bence de. Yani ötekilere göre çok zayıf. Bence de en zayıf. Yani benim de okuduklarım için de en zayıf. Son o 2022. Evet. Şimdi orada da çok enteresan bir şey var. Onu nasıl siz ne düşündüğünüzü çok merak ediyorum.

Kitapları okuyup en son genç adamı okuduğu zaman insan aslında o kendisi de orada söylüyor zaten. Aslında o hani hep kopmaya çalıştı. Hep eleştirel baktı. Hatta bazen tiksinerek baktı. İçinden çıktı. İşçi sınıfı mı diyelim yani işçi değil ailesi ama o işçi sınıfı diyelim. Küçük esnaf. O sınıftan birine dönüyor olması. Yani aslında döngüyü böyle tamamlıyor olması enteresan. Bence o kitabın en enteresan.

Belki bunu düşünmemiştim ama haklı olabilirsiniz. En enteresan yanı orası. Çünkü o genç, kendinden genç olan çocuk. Tam da o sınıftan. Onun hoşlanmadığı özel yemesiyle içmesiyle hareketleriyle hep anlattığı o basit insan hareketleriyle. Öyle bakmamıştım doğru. O öyle bir döngüyü kapatıyor ama haklısınız metinleri içindeki en zayıf. Biraz önce dedik ya kendi olduğu kişiyi hatırlamak. Bunu yaparken de kullandığı belli araçlar var. İşte kendimizi hatırlamak için geçtiğimiz yollardan o da geçiyor.

Özellikle fotoğraflar. Evet fotoğraflar aynı şey bende de var. Öyle mi işte onu soracaktım. Fotoğraflar şimdi. Ben yine hazırlık babında evdeki fotoğrafları işte mektupları şunları bunları yok etmek veya tasfiye mektupları falan yok etmek fotoğrafları da bir tasfiye etmeye çalışıyorum. Onu fark ettim ben de okurken Erno'yu. Fotoğraflar üzerinden çok gidiyor. Kendine yine o daha çok kendi ama.

Yani hakikaten fotoğraflar müthiş bir şey ama çok da ne diyeyim çok acıklı da bir şey ya. Trajik bir şey onları ben kötü oldum ben son zamanda yine o albümleri tamamlıyorum işte onları çocuklara vereceğim. Onlara bakarken tam Erdo'nun başka türlü ifade ettiği ama aynı şeyi duyduğunu hissediyorum. Akıp giden o zaman ve her şeyi.

Her şeyi öldürmüştüm hatta yitip gitmiş. Yani o fotoğraflardaki insanlar, okul fotoğrafları falan en insan bir yaşa gelince bir fotoğrafa bakıyorsunuz. Oradaki tek şu anda yaşayan benim mesela. Ya da bir kişi kalmış. Bu çok üzünlü bir şey tabii. Çok üzünlü bir şey. Çoğunlukla fotoğraflarımızda da güleriz. Ona da çok takılırım. O anda kan bile ağlasa içimiz. Hep düşünüyorum. Onu öyle o fotoğraf çekilirken acaba ben o kadar mutlu muydum? Değil mi? Hatırlamak da çok mümkün değil.

Ani Erno hatırlıyor galiba. Hatırlıyor. Çoğunlukla fotoğraflarda da yalnız. Ya da yazıyor. Fotoğraflarda da evet duygularını yazıyor ama bir mutluluk veya mutsuzluk şeyi olarak da yazmıyor dikkat edersen. Evet doğru. Onun altını çizmiyor. Yine orada işte kızın diyor mesela 10 yaşındaki fotoğrafı 12. Kızın dudakları şöyle üzülmüştü. Oradan biz çıkarıyoruz ki o mutsuz ama onu yazmıyor.

Çok bilinçli bir tercih, çok bilinçli bir tercih. Bence hani demin söylediğiniz gibi Nobel'de bu yeni stili, yeni tarza, yeni bakışa verilmiş olabilir. Ama bu tarz, demin söylemeye çalıştım, bu tarz ve yeni bakış bir yerde de acaba bizim klasik kurgu betinleri, romanları özellikle ezip geçen...

Artık onlara bir daha dönmeyeceğimiz bir bakış mıdır diye düşünüyorum. Ben biraz çünkü edebiyatın geleceğinden de biraz... Kuşkulu musunuz? Çok. Bana öyle olmazmış gibi geliyor ama çok haklısınız. Bu tarz metinler, bu otokurgu denilen metinler işte bunun daha belirli... Tabii tabii. Renly Founier miydi? Yapı kredinin bastı. O da kısa kısa kitapları var. Onun gibi yani böyle hep kendinden yola çıkan bir edebiyat, bir otokurgu denilen bir şey gerçekten ağır basmaya başladı.

Ama bu bence bizim anladığımız anlamda romanı öldürmez de bu bir de dönemmiş gibi geliyor bana. İnşallah öyledir. Ben kötümserimdir. Ben mesela evet özelliyim. Ben yüz yıl sonra kitapların da müzelerde. kalacağını düşünüyorum nadir baskılar falan olacak tabi tabi eskiden böyle çünkü görsel ve eşitsel üzerine artık bakın burada yaptığımız bile görsel ve eşitsel üzerinden gidiyor bu tabi çok yaygın ve insanlar için Kolay da aynı zamanda o manada.

Konular da yani yeni dönemin insan yapay zekanın hakim olacağı demiyorum onlar yönetime geçiyor o bile olabilir ya. Ama o kadar demiyorum ama öyle bir dönemde gelecek yıllarda bugünkü edebiyatın sürmesine mümkün olmuyor. Çünkü zaten o dönemin insanları da bunu talep etmeyecek diye düşünüyorum. Evet şekil değiştirme ihtimali var ama yine de özgün sesi yakalayabilenler kalacaktır diye düşünüyorum.

Ben daha iyi misin? İyimser değil. Yani bir sürü evet edebiyatça edebiyatla ilgilenen arkadaşlarım sizin gibi düşünüyorlar. Benim bu konuda çok kötü. Hayır canım edebiyat biter mi? Şekil değiştirir elbette. Fazla değiştirir çünkü insan şekil değiştirir. Çağ değişiyor tabii. Şimdi bakıyoruz yani siz de dikkat ediyorsunuz. Gençlere baktığınız zaman olumsuz olarak söylemiyorum çok farklı. Duygu ve algı şeyleri çok farklı. Doğru. Ve yazıdan kopma var giderek.

O da doğru. Yazıdan kopma var. Bakın hatta bu şeylerde işte telefonlarda falan mesaj yazılırken. Artık şey bitti. Tam cümle bitti. Sesli harfler de bitti. En ummadığım hatta ben yaşta kişiler tamamı TMM diye yazıyorlar. Ya ne olur iki harf daha koy buraya. Ben tutucuyum. Evet. Yani Anne Erno acaba bir çığırın başlangıcı mı diye de düşünebiliriz. En azından Anne Erno'ya Nobel'in verilmiş olması. Bu otokurgu dediğimiz hani onunki otosos kurgu.

Ama hani otokurgu diyeceğimiz şeyin bir şekilde yönendirilmesi ve desteklenmesi olarak da algılanabilir. Ama çağımızda zaten bireysellik, kendine dönüklük. Tam onu. Yani kişiliğine dönüyor. Kendine dönüyor insan. Yazarlar da. Soyutluyor kendine dönüyor. Bu belki de kötü bir çağda. Zor bir çağda yaşadığımızdan da olabilir. Yani oradan bir kaçış olarak da bunu düşünebilirsiniz. Haklı insan kaçmak istiyor yani bir sürü şeyden.

Ama kaçamıyor tabii. Kaçamıyor, kaçamayacak. Fotoğrafların dışında da her devrin ayrı popüler kültürünün de çok yer aldığı bir kitap. Nesnelerden konuştuk, fotoğraflardan konuştuk. Filmler, şarkılar. Sosyobiyografi de diyor o zaman. Evet. Değil mi? Sosyo aynı zamanda. Böyle bir dönem geçiyor. Evet. Yani söyleyeyim mi? Aynı dönemi yaşamışız. 1940 doğumları. 2024 aynı dönem. O dönemin bütünü çıkıyor şeyden. Seneler yani bir yerinde kalsa bile çıkıyor bütünü.

Bir çeşit döküm gibi değil mi? Almanak gibi sanki. İşte bakanım istedim ya onlar da yani. Kişisel müzesi aynı zamanda da hem kişisel müzesi hem de Fransız toplumunun. Gördüğü ya da görmezden geldiği olayların da... Kişisel müzesi. Çok bir de şiddetli bir, şiddetten kastım yani ifadesiyle ve yaptıklarıyla da bir feminist şey var. Tabii onu kesin konuşalım. Zaten Simon de Beauvoir şeyi onun.

Ki yani Simone de Beauvoir bile bu düzeyde şey değildir. Yazılarında daha da farklıdır hatta. Ama buna rağmen idolü Simone de Beauvoir ve çok da eleştiri de almış. şey olarak feminist bakışına ama şu eleştirenin başlıcısı şu okuduğum kadarı çok abartıyor. Çok şey değişti. Şimdi artık erkek egemenliği o düzeyde değil. Ama kendi dönemini anlatıyor. Yine yeni şeylere de. Ben orada onun şeyini doğru buluyorum. Tamam kadın hareketi çok gelişti falan ama erkek egemenliği eril toplamıştı. Eril iktidar.

İktidar değişmedi. Değişmedi. Değişmedi. Kadın hareketi, kadın özgürlüğü, mücadelesi ve kadının farkındalığı, bilinçlenmesi o manada ve bunun mücadelesi vermesi çok gelişti tamam. Ama olay gelişmedi. Zaten şöyle diyor bir yerde, ben de notu anlıştım. Simone de Beauvoir okumuş olmak, bir rahme sahip olmanın bedbahtlığını teyit etmekten başka bir işe yaramamıştı. Ben de çizmişim onu başka bir yerde galiba. Evet, evet. Yani şey, sonuç olarak...

Yine de bazı şeyler çok da değişmiyor. Bir yandan değişmiş gibi görünüyor. Yok o tabii eril iktidar değişmiyor. Onu hep ben söylüyorum. Onun değişmesi çok çok da zor tabii. Çok zor. Başka bir dönem başka. Belki oraya da gelir insanlık. Ya da benim yani öyle uçuk teorilerimden biri zaten 500 yıl sonra kadın erkek değil tek cins olacağını düşünüyorum. O zaman belki de sorun olmaz. Ama tahakküm meselesi yani o eriliklerin tahakküm meselesi.

Hatta şöyle bir şey söyleyeyim belki konumuzun dışında ama ben bir iki eşcinsel çift tanıdım. Kadın veya kilesbiyen veya gayet. Orada da yine iktidar var. Yani o eşit ilişki yok yine. Biri... İktidar evet. Bir erkeği birik adı yani bildiğimiz şeylerle. kavramlarla onu üstleniyor. Bu iktidar meselesi. Aslında eril kelimesini çıkarsak bile iktidar başlı başına bir sorun zaten. Birinin üstünde iktidar kurmak diyelim.

de işte benimle bugünlerde kitap yayın çıktığı için bir takım konuşmalar falan yapıyorlar. Hepsinde altını çizmişim. Baktım bugün de çıkmış bir yerde. Yani Erkeğin kadına bir tahakküm ilişkisi öyle diyor. İktidar diyecek. Tahakküm ilişkisi. Ve kadın bu tahakküm ilişkisini içselleştiriyor maalesef. Yani bütünüyle dışarı mücadele ettiği zaman bile o tahakküm. Şöyle düşünüyorum.

Bu bizim insanın tamamlanmamışlığıyla da ilgili bir şey. Şu manada söylüyorum. Ben onu mesela anlayan oda bu konuda bir şey var mı diye baktım. Bulamadım yani. Memeli hayvanlardaki. Yunus balığı hariçtir galiba bir şey daha var. Onun dışında bütün memeli hayvanlarda bu iktidar ve tahakküm var. Ben bu televizyonlara pek tahammül edemediğim için artık hep belgesel seyrediyorum.

Ve en ummadığını sayvanlarda nasıl bir iktidar sorunu olduğunu görüyorsun yani. Bu bazen dişi için oluyor. Bazen dişiler şey oluyor yani. Sürüdeki başat şey dişi olduğu zaman mesela bir maymunda şunu gördüm. Şaşırdım kaldım diye birkaç kere seyrettim. Kabilinin nesiyse işte sürünün başı dişi. Ve dişinin yavrusu bile annesinin iktidarından yararlanıyor. Yani...

Yiyecek bir şey olduğu zaman ona gidiyor. Karıncalarda falan mı öyle galiba? Kadın karınca, ana karınca. Yani bu, ha ben memel hayvanlar diye onu bilmiyorum ötesini de. Yani bu tuhaf bir şey. Evet. Güç, güç yani gücü kullanmak birilerinin üstünde. Güç oldu mu yine gücü. Ama yani dediğim gibi burada mesela benim gördüğüm o şeydi. Maymun dişi maymundu. Mutlaka erkek olması bile gerekmiyor.

Ama o iktidar meselesi, tahakküm meselesi. İşte onun için tamamlanmamış diyorum insan belki de. Tamamlanacağını da çok sanmıyorum ama yani bu konuda. Evet, biraz zor görünüyor. Hep sanki toplumların hayatı da öyle değil mi? Böyle biraz daha uygarlaşıyormuş, biraz daha demokratlaşıyormuş gibi görünen dönemleri oluyor. Sonra tekrar geri çekiliyor mevzu. Biz de bunu yaşıyoruz. Sürekli.

Hem kendi ülkemizde. Annie Erno, Nobel Edebiyat Ödülünü aldıktan sonra yaptığı konuşmasında edebiyatını belirleyen izleri şöyle anlatıyor. Toplumsal yaramın hikayesini... başka bir başlangıç noktası düşünemeyecek raddede, öğrenciyken içine düştüğüm duruma, Fransız devletinin kadınları hala mahkum ettiği merdiven altı kürtarcılarından birinin elinde gebeliğe son vermek gibi

isyan ettirici bir duruma demirlemek bana aşikar göründü. Ve genç kız bedenimde olup biten her şeyi, hazdın keşfini, adet görmeyi anlatmak istedim. Böylece 1974 yılında yayımlanan bu ilk kitapta O zamanlar farkında olmasam da yazı çalışmamı yerleştireceğim alan hem sosyal hem de feminist bir alan olarak tanımlanmış bulunuyordu. Soyumun intikamını almakla cinsimin intikamını almak bundan böyle bir ve aynı şey olacaktı.

Bu ödülü alan 16. Fransız yazarı olmasına karşın ilk Fransız kadın olmasının nedeni de burada yatıyor bana sorarsanız. Cinsinin intikamını cesurca almak için yola çıkmasında ve bunu yüksek sesle söyleyebilmesinde. Simone de Beauvoir okumuş olmak, bir rahme sahip olmanın bedbahtlığını teyit etmekten başka bir işe de yarıyor. Yani yılların ve onca emeğin sonrasında. Hani Ernaud'un bir intikam hissiyle yola çıktığı,

ve otososyobiyografi adıyla yarattığı yeni ve kendine özgü bu türün bir zıtlıklar uyumu olduğunu söylemek yanlış olmaz sanırım. Kişiselle toplumsalı, nesnellikle öznelliği, Teklikle bütüncüllüğü bir araya getiren bu türde yazarının içindeki zıtlıkları da bulmak mümkün gibi geliyor bana. İçinden çıktığı varoluş sancılarının kaynağı işçi sınıfıyla

Sonradan eğitimi ve evliliği sayesinde katıldığı burjuvazinin arasında kalan bir kadının sesi yankılanıyor satırlarda. Bile isteğe, hedefleyerek. Nobel konuşmasında da altını çizdiği gibi. Ama o kadın senelerde kendine karşı mesafeli. Daha önce de söylediğim gibi, kendinden o ya da kız veya kadın diye söz ediyor. Çünkü Erno, bu dünyadaki varlığının sınırlarının, geçiciliğinin farkında. Kendinden yola çıkıp,

Kadını anlatıyor. Onunla aynı yollardan geçmiş kadınları. Ben diye yazdığında da bunu hedefliyor aslında. Nobel ödül konuşmasında bakın nasıl açıklıyor bu durumu. Benim için mesele hayatımın hikayesini anlatmak ya da kendimi onun sırlarından kurtarmak değil, yaşanmış bir durumun, bir olayın, bir romantik ilişkinin şifresini çözmek ve yalnızca yazının var edebileceği ve belki de...

başka bilinçlere, başka anılara aktarabileceği bir şeyi bu şekilde ortaya çıkarmaktı. Aşkın, acının ve yasın, utancın evrensel olmadığını kim söyleyebilir? Victor Hugo şöyle yazmıştır. Hiçbirimiz kendimize ait bir hayatı yaşama şerefine nail değiliz. Ama her şey kaçınılmaz olarak bireysel kipte yaşandığından, bu benim başıma geliyor, bunlar ancak kitaptaki ben bir şekilde şeffaflaşırsa…

ve okurun beni onu işgal ederse aynı şekilde okunabilirler. Kısacası eğer bu ben kişi ötesi olursa, tekil olan tümel olana erişirse. Yine Anne Erno'ya dönecek olursak 68 olaylarının verdiği umut ve özgürlük duygusunun ardından gelen bir cümle sarf ediyor. Beni çok etkileyen cümlelerden biri. Bir an bir şeyi kaçırmıştık ama neyi kaçırdığımızı bilmiyorduk. Ya da oluruna bırakmıştık diyor. Çok güzel. Değil mi? Yani...

Bunu mesela biz de siz kim bilir kaç kez yaşadınız. Siyasetin de yani sol siyasetin içinde yer almış biri olarak. Evet şimdi Ali de sol zaten. Her zaman solda yer almış bakışı sol. Zaten onun sınıf şeyiyle yani onun büyük travması da olduğunu sınıfsal çelişki onu sola götürüyor. Tabii ister istemez öyle. İster istemez evet.

Ben de çizmiştim altını da şu anda bulamadım. 68 ve başka yerlerde de var. Evet o duygu var zaten hep de. Bir de razı olma da var. Mesela şimdi şir akıyıcısı bilmem kime karşı hani ya da löpene karşı bilmem ne. O kadar onlar da benzer. Bizlerin duygularıyla benzer. Çok yani ben aynı kuşaktan değilim ama tabii ki hayatı geçerken benim de dahil olduğum bütün o değişimler kuşağını da yakalıyorum.

İlk okuduğumdan itibaren yani gerçekten acayip etkilemişti. Herkes başka bir yerinden çekiyor. Zaten o da öyle kurgulamış sanki kitabı. Bir patchwork gibi. İsteyen o patchwork'ın şurasını alıyor, burasını alıyor. Mesela size sorsam. Siz böyle bakınca seneleri okurken o patchwork'tan en çok neleri aldınız kendinize? Fransa'nın o dönemiyle bizim her dönemimizdeki.

O kıstırılmışlık ve bağnazlık kaldı bende daha çok. Yani siyasi şeylerinden çok, o hayal kırıklıklarından falan daha çok bende o kaldı. Yani cinsellik falan hepsi bunun içine dair. O kadar o kaldı. Kıstırılmışlık o sadece kadınların kıstırılmışlığı da değil. Sadece kadınların tabii en çok kadınların. Onu öyle yaşıyor kadın olarak. Genç kız küçük kız olarak da yaşıyor ama.

Müthiş bir o bağnaz ahlak adına nasıl diyeyim o bir ahlak falan bize göre ahlak değil o. Ama onun içine kıstırılmış olan özellikle kadın figürü. Benim en çok ilgimi çeken o oldu. Biraz önce bu algılama meselesinden söz ettik yani her şey farklı algılanıyor. Benim ilginimi çeken yerlerden biri de şuydu. Savaşı algılayış biçimi bile toplumsal sınıflar arasında farklılık gösteriyor.

Yani o kendi küçük dünyalarında onlar tereyağı bulamamayı önemsiyorlar da hani trenlerce insanın soykırıma götürülüş olması o kadar götürülüyor olması o kadar da konuşulmuyor mesela. Çok ilgi çekici yani ve bu tip... Algı farklarını bir araya getirenin edebiyat olması. Tarih çünkü bunları yazmıyor. Tarih yazmaz. Tarih yazmaz bunları. Hepsi resmidir tarihleri. Evet orada soykırım var ama bu fark yok değil mi? Çok ilgi çekici yanlarından biri bence. Bir de tabii şu.

Toplumun duyarsızlığın üzerinde orada yani onun duyarlı olduğu nokta var toplumun duyarsızlığı yani. Cezayir'de neler olduğuna toplum duyarsız. Evet onu da söylüyor. Cezayir ya da herhangi bir şey yani. Onun hissettiklerini ya da onun arkadaşlarının çevresinin hissettiklerini. Toplumun bütünü hissetmiyor ki bu bizim her an yaşadığımız bir şey değil mi?

Bu herhalde toplumların genel olarak yaşadığı bir şey. Yani özellikle çok büyük sorunlar anında. İnsanlar kendi küçük dünyalarını kurtarmaya bakıyorlar galiba. Kitleler asla o büyük sorunların. Çok da haklıdırlar. Haklı dediğim ya öyledir. Doğal. Böyle gelişiyor bu iş. Şimdi bunları konuştukça Anne Erno'yu daha çok sevmeye başladı. Amaç buydu zaten o hayatlar. Amaç buydu. Ayrıca o dönemi yaşamamış ve biraz o kültürü ve o duyguları veya yaşantıların dışında biri için de çok ilginç olmayabilirdi.

Ama tabii ki iyi ki Nobel aldı iyi ki okundu diyelim o zaman. Öyle ama mesela seneler bence en dolu dolu kitabı diyeyim. Ama ben şunu saptıyorum biraz önce de söylediğim gibi satış rakamlarını bilmiyorum. Ama daha çok konuşulan kitaplar işte söylediğim gibi bir kadın, olay, babasını anlattığı kitap falan yani. Daha kısa böyle sıkıştırılmış bir duygunun üzerine yoğunlaştığı kitaplar ki ben de mesela annesiyle ilişkisini yazdığı bir kadın bütün bu şeyin içinde benim için ayrı bir yerde duruyor.

Bir kızın, bir kadının annesine duyduğu bütün duygular var. Bir yerde de bir reddetme, bir nefret duygusu aynı zamanda. Ama ölümünden sonra mesela o da çok ince. Ölümünden sonra ona daha çok bağlanması ve hep onun aklında kalmıyor. Anlaması. Anlaması. Anlaması. Evet haklısınız anlaması. Yani bir anne kız ilişkisine bakış açısından bir mi? Hepimiz.

Hem annelerimizle ilişkileri. Anne ilişkileri. Değil mi? Anne kız ilişkisi hassas konudur. Oya Hanım biliyorsunuz. Benim de çok hassas konudur. Ben bilmem mi ben. Benimki özel olarak hassaslı da. Bence onunki de özel. Yani anne her ne kadar bir tahakküm kurmuyor gibi görünse de küçük küçük cümleleriyle verdiği mesajlarla aslında...

Bir çeşit tabii ki o devrin kadını olarak da. Tabii ama anne yüceltmesi de var sonra bir kadında. Evet doğru. Bu sefer o anneyi yüceltiyor o güçlü kadın babaya karşı bile. Yani anneyi yüceltiyor. Evet aslında tam tersi başlıyor ilişki. Öyle sanıyoruz değil mi? Bu işlerde hep böyledir. Baba önce yüceltilir. Kız çocukları tarafından. Kız çocukları babacıdır. Hep doğru. Sonra anneyi anlarlar. Sonra anneyi anlar. Biraz öyle.

Renkli bir fotoğraf, bir kadın, 12 yaşlarında bir oğlan ve bir adam, müzeye benzer bir binanın önünde güneşten beyaz görünen zemini kumlu bir alanda, üçgen oluşturacak şekilde birbirlerinden uzak duruyorlar. Gölgeleri yana düşüyor. Sağda sırttan görünen, baştan aşağı siyah, Mao tarzı pantolon ceket giymiş adam kollarını kaldırmış, binayı kameraya çekiyor.

Geride üçgenin sivri ucundaki oğlanı cepheden görüyoruz. Üzerinde şort ve yazıları okunmayan bir tişört var. Elindeki siyah şey muhtemelen kameranın kılıfı. Solda en önde kadın hafif yan dönmüş. Üst kısmı dar, belden aşağısı bollaşan yeşil elbisesiyle harcalem bir tarzla hipi şıklığı arasında geziniyor. Elindeki kalın kitap Get Blue olmalı.

Saçları dolgun yüzünü açığa çıkaracak şekilde kulaklarının üzerinden sıkıca arkaya toplanmış. Güneş yüzünden hatları seçilmiyor. Geniş elbisesinin altından vücudunun alt kısımlarının kalınlaştığı anlaşılıyor. Kadın da, çocuk da yürürken yakalanmış, fotoğrafı çekenin seslenmesi üzerine kameraya dönüp son anda gülümsemişler gibi. Fotoğrafın arkasına şu not düşürmüş. İspanya, Temmuz 80.

4. üyesi fotoğrafı çeken ergenlik çağındaki oğlan olan bu küçük aile topluluğunda kendisi eş ve anne. Toplanmış saçlar, çökük omuzlar, şekilsiz uzun elbise, geniş gülümsemeye rağmen beğenilme isteğinin yok olduğunu ve bezginliği ortaya koyuyor. Burada, turistik gezi güzergahının bu tanımsız noktasında, güneşin altında, muhtemelen ailesinden ibaret baloncuktan başka bir şey yok zihninde.

O baloncuğun içinde Peugeot 305 ile otelden çıkıp tapas barlarına, oradan turist rehberinin üç yıldız verdiği tarihi mekanlara gezip duruyorlar. Arabadan her indiklerinde... Dönüşte lastikleri ETA tarafından parçalanmış halde bulmaktan korkuyorlar. Açık havadaki bu kapalı kutuda ajandasındaki kopuk kopuk notlardan da izi sürülebilen çarşaflarını değiştir. Rosto siparişi, veli toplantısı.

gündelik dertlerden bir süreliğine kurtulmuş ve bu sayede yüksek bir farkındalığa erişmişken bardaktan boşanırcasına yağan yağmur altında Paris bölgesinden ayrıldıklarından beri Acizlik, kırgınlık, küskünlük yumrusu haline gelen evliliğin acısını üzerinden atmayı başaramıyor. Dünya ile ilişkisine sızan bir acı bu. Etrafındaki manzaraya ilgisiz bakışlarla bakıyor. Şehirlerin girişindeki sanayi bölgelerinde...

Ovanın ortasında Mahmut ticaret merkezlerinin silüetinin yükseldiğini, Afrika yeşeklerinin ise artık yok olduğunu, Franco'nun ölümünden bu yana İspanya'nın değiştiğini fark ediyor. Kafelerin kaldırımlardaki masalarında otururken,

sadece 35 ila 50 yaş aralığındaki kadınları görüyor gözü. Onların yüzünde mutluluğun ya da mutsuzluğun işaretlerini arıyor. Onlar nasıl yapıyor? Ama bazen de bir barda, dipteki masada oturmuş, Biraz ötede babalarıyla elektronik oyunlar oynayan çocuklarını seyrederken, böylesine huzurlu bir dünyayı boşanma acısıyla bozacak olma düşüncesi içini parçalıyor.

Benim ilgimi çeken noktalardan biri de şey böyle bir sürü değişiklik oluyor tabii bu kaç yıllık süreçte işte ne bileyim çamaşır makinesi geliyor cep telefonu geliyor. İnsan unutuyor değil mi onlarsız olan hayatı. Yani o da mesela çok ilginç. Bir zamanlar cep telefonu yoktu evet. Ben bunu çok düşünüyorum. İşte biraz zamanda gazetecilik hani yaparken gazetelerde çalışırken. Ya biz nasıl yaparmışız bunları? Teleksler oradan çıkar şey telefonlarla arar. Böyle bize...

Yapılıyordu da bayağı. Evet evet yapılıyordu tabii. Buluşmayı bile ben yani sıradan birbirinizle Taksim meydanındaki buluşmayı bile. Çok haklısınız yani bunu ben çok sık düşünüyorum. Biraz da ben bir teknolojiyle hiç başa hoş olmayan ve beceriksiz yani. Estağfurullah. Estağfurullah değil mi o konuda tamamen özürlüyüm yani. Her gün neler yapıyorum böyle karıştırırken. Mesela cep telefonu.

Akıllı telefonlar diyelim cep telefonu değil. Akıllı telefonlar. Hani olacak iş değil. Ama biz bunlarsız da. Yaşıyorduk. Yaşıyorduk. Böyle oluyor. Gelecekte herhalde bambaşka şeyler olacak. Aynı bizim gibi konuşacaklar. Bu hep ama herhalde böyle oluyor. Baksanıza kaç yıllık süreci anlatıyor. Neler gidiyor neler geliyor.

Yani mesela cep telefonu ya da işte sosyal medya, internet neyse bunların gelişiyle Erno biraz şey diyor düşüncelerin nadirleşmesi ve inançların aşınmasına yol açtığını düşünüyor. Ne diyorsunuz? Şimdi düşüncelerin nadirleşmesi de katılıyorum. İnaçların ışılmasını bilmiyorum. Acaba tam tersi daha çok inanç mı?

Burada tabii inançtan illa din diye düşünmemek lazım. İdeolojiler falan. Evet ideolojileri de düşünmek lazım herhalde. Öyle bir dünyaya gidiyoruz. Demin onu başka bir boyutuyla konuştuk. Evet bunların aşınacağı. teknolojinin sunduğu yeniliklerin hakim olacağı ve o mesela yapay zeka hakikaten zaten her şey yapay zeka ama şimdi vardığı aşama yapay zekanın gerçekten ileride. Artık bizim gibi insanlar olmayacağının bilimcisi bence. O yapay zekanın yaratacağı yeni toplum ki en önemli şey...

Her şeyin önüne geçilse teknolojinin önüne geçilmiyor. Zamanın önüne ve teknolojinin... Mesela şimdi yapay zekadan korkuldu. Hani bazı şeylerin hayır oldu mümkün değil. Tabii tabii bitti artık o. Bin yıldır teknolojinin önüne geçilememiş. Tabii bitti yani o. Girdiniz mi o yolu o hep ilerleyecek. Öyle ilerleyecek. O ilerleme içinde de artık insanların duyguları, düşünceleri ve yerleri değişecek ve edebiyatta.

Bir ölçü de değişecek. Ben edebiyatın hani Erno yolunda değişeceğini düşünüyorum. Bizler gibi hani klasik kurguculardan... kesmeyecek. Yani onlar da okunacak tabii. Bir dostu eski bir şey. İyice kitap bitene kadar okunacaktır tabii. Ama şöyle de düşünüyorum. Hani o bir şekilde yapıyor ama onun dışında bütün şey yazarlar. Yılları aşabilmiş, zamanı aşabilmiş kalıcı yazarlar hep toplumu da anlatırlar. Ben de yani haddim olmayarak benim mesela bütün yazdıklarımı bir araya koysam.

Sizin yazdıklarınızı bir araya koyup yakın Türkiye'ye yakın tarihini... Bir kesimiyle en azından kırklardan bugüne kadar falan çıkar. Yani onu da anlatmak istiyoruz aslında. Zaten onu hedefliyorsunuz belli ki. Tabii ben hedefliyorum da ama. Onu bir biçimde yapıyoruz. Adeno onu çok farklı.

bir biçimde yapıyor. Evet çok farklı bir biçimde yapıyor. Bir dönemin tanıklığı. Daha çok o kendine dönük yapıyor. Siz kurgu karakterler aracılığıyla. Ama kendine dönük yaparken işte aynı zamanda o toplumu görüyoruz. Ona nasıl yansıdığını. Kendinden yola çıkıyor. Siz kurku karakterlerle anlatmayı tercih ediyorsunuz. Daha klasik bir anlatım dediğiniz gibi. Ama bunu da işte değişik bir...

Çekiciliği var bunun da ben ama ben de eski klasikten de yanayım hala. Seneleri okurken bazı kavramların... tanımının hayattaki yerinin değiştiğine de tanık oluyoruz ister istemez aslında biraz hep konuştuğumuz şeyler ama mesela din kavramının Bütün bu yıllar içinde nasıl değiştiğinden söz ediyor. Eğitim, okul nasıl değiştiğinden söz ediyor. Gelecek algısı, cinsellik. Böyle çoğaltılabilir tabii.

Burada da sizin en çok dikkatinizi çeken, en iyi anlattığını düşündüğünüz bu kavramlardan var mı böyle aklınızda? Şöyle diyeyim. Değerler. Onu söylüyorsun zaten. Evet. Dönem dönem değerlerin değişmesi. İşte din, ahlak falan değerlerin değişmesi. Anevron'un özellikle bu kürtaj meselesi çok vurguludur bütün şeylerinde. Evet. Hemen hepsinde var evet. Hepsinde var o geçirdiği. Fransa'da Kursaj'ın yasak olduğu bir dönem. Çok sonra evet epey sonra. Evet epey sonra. Tabii tabii.

Onun anlattığı dönem 60-60 başları kürtaj meselesinde anlattığını dedi. Fransa çok daha zornaydı. O zaman buna bakış değerler meselesi de giriyor burada. Mesela Amerika'da aynı şey oluyor ya. Kürtaj'in yasaklanması meselesinde şimdi bir kitle karşı çıkıyor bunun yasaklanmasına. E şeyde ama hani Erron'un... Anlattığı dönemlerde o Fransız'da ona karşı çıkan da yok. Ancak işte kendisi bile yani bunu karşı çıkarak yapmıyor. Şimdi anlatıyor.

Bu değerlerin değişmesini iyi anlattığını, iyi vurguladığını düşünüyorum. Onları epey çizdim okurken nerelerde? Evet değişiyor değerler. Onu da iyi veriyor. Evet. Seneleri okurken imgeler tarafından kuşatılıyor insan. Özellikle fotoğraflar sohbet sırasında da söylediğimiz gibi anlatının ana eksenini oluşturuyor.

Bir film, bir video, bir de tablo var kişisel hikaye aktarılırken bize eşlik eden. Bir çeşit arkeolojik kazı gibi bu deneyim. Her yeni kazı, yeni bir görselle bize hikayenin yeni bir boyutunu sunuyor. Bir de gündüz düşleri var. Geçmişin ya da geleceğin sınırlarını aşan varoluşla yok oluş arasında bulanık bir hayal. Tabii, söze edilen filmler, şarkılar, kitaplar da kişiselden toplumsala doğru yönlendiriyor anlatıyı.

Kitabın internetin doğuşuyla son bulması da çok dikkat çekici bana sorarsanız. Erno, kitap boyunca okuruna bir bellek cizelgesi sunduktan sonra, dünya artık sonsuz bir şimdiki zaman diyerek, Belleğin de değiştiğini, dönüştüğünü vurgulayarak bitiriyor seneleri. Artık o siyah-beyaz fotoğraflar olmayacak elimize aldığımız. Yok. Sekiz milimetrelik filmler duvarlara yansıtılmayacak. Yok.

Sinema salonlarının karanlığına kaçılmayacak artık. Kimse kolay kolay sinemaya gitmiyor. Yok, hatırlamak da değişecek. Değişti. Peki siz, ben o kurumculara... Seneler dışında hangi kitabını önerirsiniz Annie Erno'nun? Evet. Ya da hiç okumadılarsa nasıl başlasınlar? Bence ilk kitabıyla başlasınlar. Boş dolaplar. Boş dolaplarla başlasınlar. bir tanışma olabilir. Hem benim sevdiğim bir kitap bu. Şimdi zaten seneler hani Erno'nun bütün yazdıklarının o zamana kadar 2008'de kadar yazdıklarının

1974'ten 2008'e kadar yazdıklarının ve ondan sonra yazdıklarının bir toplamı. Çünkü hep aynı şeyi anlatıyor. Farklı farklı bile diyemeyeceğim. Bazı yerlerde cümleler ve paragraflar aynı. Hepsini birden tekrar okuduğum için. Ben bunu okudum mu? Sonra avçıyorum. Hayır bunu başka bir kitabında okudum diyorum. Ailem falan. Evet yani bence boş dolaplarla başlamak iyi. Senelere geçmeden ben... Babamın yeri. Babamın yeriyle bir kadını da belki okuyup. Anne baba. Evet. Ve boş dolaplar.

gelişimin aileden gelen gelişimi. Oradan senelere geçmek belki daha iyi olabilir. Hepsi de öncekilerin kısa kitaplar olduğu için çok da zorlanmaz insanlar. Doğru. Annie Erno kişisel hikayesini bize açarak annesini, babasını, sevdiklerini, tutku duyduklarını ve kendini anlattı okurlarına. Ama aslında bu kişiler değildi anlattığı.

Yalın tutkuda ben sadece onun varlığının bana kattığı şeyleri anlattım diye yazar ya ilişki yaşadığı adam hakkında. İşte böylece başka bir boyut kattı otobiyografiye ve genel olarak edebiyata. Bizi de kattık kendi hikayesine. 2023'te Türkiye'ye geldiğinde ben memlekette olmadığım için onu yakından görme fırsatını kaçırdım ne yazık ki. Böyle cesur bir kadını dinlemek, onun hareketlerini ve konuşmasını izlemek isterdim. Belki de...

sahnedeki kadın diye başlayan bir paragraf yazardım hakkında. Oğluyla birlikte kurguladıkları Süper Sekiz Yılları adlı film de benim gibi süper sekiz yıllarından kalma biri için Erno'nun seneleri kadar dalgalı bir hatırlama denizi. Onun iki oğlunun yerine kendimi koyup geçmişe doğru uzun bir yolculuğa çıkabilirim rahatlıkla. Yazılan her şey aslında biraz hatırlamak ya da hatırlanmak, biraz unutmamak ya da unutulmamak için değil mi?

Erno bize hatırlamayı yeniden öğretmiş olabilir mi sizce? Bölümün esas kızı seneleri Sinem İdeme'nin çevirisiyle diğer tüm kitapları gibi can yayınları sunuyor okurlara. Olay... Babamın yeri, boş dolaplar, kızın hikayesi ve genç adam da çeviride idemenin imzasını taşıyor. Bir kadın ve yalın tutku ise Yaşar Avunç tarafından dilimize kazandırılmış. Bölüm konuğum...

Yazar, sosyolog, gazeteci Oya Baydar'ın edebiyat hayatı, henüz Notre Dame Desyon Lisesi'nde okurken yazdığı Umut Yolu, Hürriyet Gazetesi'nde kalbimin aradığı erkek adıyla tefrika edildiğinde başladı aslında. Ardından yine bir tefrika roman geldi. Allah çocukları unuttu. Ancak daha sonra uzun bir ara verdi yazarlık hayatına.

1991 yılında Said Baik hikaye armağanını kazanan Elveda Alyoşal ile gelen ikinci başlangıç ise çok üretken bir dönemin habercisi oldu. 1992'de Yunus Nadi Roman ödülünü alan kedi mektupları,

Ardından hiçbir yere dönüş, 2001'de ona Orhan Kemal Roman Ödülünü kazandıran Sıcak Gülleri kaldı, 2004'de Cevdet Kudret Edebiyat Ödülünü getiren Erguvan Kapısı yayımlandı. Kayıp Söz, Çöplüğün Generali O Muhteşem Hayatınız, Yolun Sonundaki Ev, Köpekli Çocuklar Gecesi, Yazarlar Evi Cinayeti ve en sonda Hatırlamanın ve Unutuşun Kitabı gibi

okurlarına her seferinde Türkiye yakın tarihinin bir başka dönemini ve gerçekliğini sunan romanlarıyla Türkiye'nin en sevilen yazarlarından biri olmayı sürdürüyor Oya Hanım. Kayıp Söz, Kedi Mektupları, Sıcak külleri kaldı gibi eserlerini sesli olarak Storytel uygulamasından dinleyebilirsiniz. O muhteşem hayatınız da var uygulamada. Büyük bir zevkle ben seslendirdim üstelik. Kendim okudum diye demiyorum, kesinlikle tavsiye ederim. Ve tabii...

Erno üzerinden bu kadar hafıza konuşmuşken hatırlamanın ve unutuşun kitabını da okumalısınız derim. Oya Baydar'a beni kırmayıp ben okuruma katıldığı, bir çağdaşını ve onun başyapıtı seneleri benimle birlikte irdelediği, en çok da... Sohbetimizin sonlarına doğru, şimdi bunları konuştukça hani Erno'yu daha çok sevmeye başlıyorum diyerek bu sohbetlerin gücünü bir kez daha ortaya koyduğu için çok teşekkür ediyorum. Ben okurum ve tabii benim için gurur vesilesidir efendim.

1940'dan günümüze yaşanmış olan olayların her ne kadar Fransa üzerinden ve farklı bir kadın üzerinden anlatılıyorsa onlara bir kuş bakışı. Ve en önemlisi bir değerlendirme taşımayan yani iyi kötü şöyle böyle debiyen gerçek bir kuş bakışı veriyor. Ben onun için önerdim. İkincisi gerçekten çok cesur olduğunu. Özellikle filmizm meselesinde çok cesur olduğunu.

Sınıfsal çelişkilerin altını çizmekte de çok güçlü olduğunu düşünüyorum. Onun için okumalarını herkesin tavsiye edebileceğim. Zorlansalar da okumalıdırlar. Yani tekrar söyleyeyim en başta da konuştuk. Seneler bir çeşit. Biz ne yaşadıysak o. Bu kuşak ne yaşadıysa. Kırk doğumlular ne yaşadıysa günümüze kadar. Tamamen o. Fransa'da geçiyor. Biz aynı şeyleri Türkiye'de yaşadık. Evet, Ben Okurum'un bir bölümünün daha sonuna geldik ama malum okuma serüvenimizin sonu yok.

Benim size bu bölümden sonra dinlemeniz için vereceğim öneri de ben okurumun ilk bölümü. Evet, yanlış duymadınız, ilk bölümü, sıfır noktası. Bölümde de adı geçen Annie Ernaud'un da çok sevdiği Fransız yazar, felsefeci ve feminist Simone de Beauvoir'ın romanı Mandarinler hakkındaydı o bölüm. ve kültür sanat gazeteciliğinin en önemli isimlerinden sevgili dostum Filiz Aygündüz ile konuşmuştuk. Aramıza yeni katılan ben okurumcular için şu bilgiyi vermek gerekir sanırım.

İlk bölümler kısaydı. Çünkü 25-30 dakikalık bir program olarak tasarlamıştım ben okurumu. O kadar süreyle dinlenebilir kitap muhabbeti sanıyordum. Ama gördüğü ilgi ve sizin müthiş dinleyiciliğiniz sayesinde zamanla gelişti uzadı podcast. Evet, ilk sezonun bölümleri kısa ama orada da çok önemli konuk ve kitaplar var. Kaçırmanızı istemem, deyip...

Hemen sözü bu bölümün esas kızı senelere bırakıyorum. Ekranda peş peşe kaydırıp seyrettiğimiz tarih sırasına göre tasnif edilmiş fotoğraf ve filmlerimizden Sahneler, panzaralar, insanlar ne kadar çeşitli olursa olsun tek bir zamanın ışığı yayılıyordu. Başka bir geçmiş biçimiydi kayda geçen. Gerçek hatıra oranı düşük, akışkan bir geçmiş.

Tek tek durdurup her birinin çekildiği anı, ortamı zihnimizde canlandırmanın mümkün olamayacağı kadar çok görüntü vardı. Onlar üzerinden tasasız ve olduğundan farklı bir varoluşu yaşıyordu.

bıraktığımız izlerin çoğalması zamanın geçtiği hissini bertaraf ediyordu. DVD ve diğer medya araçlarıyla gelecek kuşakların hayatımızın en mahrimanlarını Bütün jestlerimizi, mimiklerimizi, nasıl yemek yediğimizi, konuştuğumuzu, seviştiğimizi, mobilyalarımızı, eşyalarımızı ve iç çamaşırlarımızı en ufak ayrıntısına kadar bileceğini düşünmek tuhaf geliyordu.

Fotoğraf stüdyolarında tripod üzerindeki makineden, yatak odalarındaki dijital kameralara geçene kadar gitgide geriye itilen önceki yüzyılların belirsizliği ilelebet yok olacaktı. Bizler vaktinden önce dirilmiştik. Ve içimizde dünyaya dair muğlak, geniş bir hafıza vardı. Hemen hemen her şeyle ilgili aklımızda yer eden bir takım sözler, kelimeler, ayrıntılar, isimlerden ibaretti. George Perry'in sıraladığı gibi sonradan hatırlıyorum dedirten şeyler.

Lakin hakiki anılar değildi bunlar. Başka bir şeyi öyle adlandırıyorduk. Bunlar olsa olsa zaman belirteçleriydi. Hatırlama ve unutma işlemi medya araçlarının elindeydi. Anılabilecek ne varsa anıyorlardı. Abbe Pierre'in çağrısı, Mitterrand'ın ve Marguerite Duras'ın ölümleri, savaşların başlangıcı ve sona erişi, aya ayak basış, Çernobil, 11 Eylül. Her güne bir yasanın, bir duruşma başlangıcının,

ya da bir suçun, mutlaka bir şeyin yıldönümü düşüyordu. Zamanı Yeye yılları, Hippie yılları ya da AIDS yılları diye parçalıyor, insanları kuşaklara bölüyorlardı. De Gaulle kuşağı, Mitterrand kuşağı... 68'liler, baby boomer kuşağı, dijital kuşak. Hepsine ve hiçbirine aittik. Bizim kendi senelerimiz yoktu onların arasında. Mutasyona uğruyorduk. Yeni biçimimizi tanımıyorduk.

Gece başımızı gökyüzüne kaldırdığımızda ayın enginliğini ve fokur fokur kaynayışını içimizde hissettiğimiz dünyanın milyarlarca insanın üzerinde her zamanki yerinde parladığını görüyorduk. Bilinç, gezegenin tamamını içine alarak diğer galaksilere doğru genişliyordu. Sonsuzluk muhayyel olmaktan çıkıyordu. Tam da bu yüzden günün birinde öleceğimizi düşünmek tasavvur edilemez geliyordu.

This transcript was generated by Metacast using AI and may contain inaccuracies. Learn more about transcripts.