Merhaba, ben Deniz Yücebaşarır. Kitaplar hakkında konuşmayı, dinlemeyi ve tabii okumayı sevenlerin podcastine hoş geldiniz. Ben okurum, başlıyor. Zengin miydi bu Filias Fogg? Hiç tartışmasız öyleydi. Peki nasıl yapmıştı servetini? En iyi bilenlerin bile bu konuda söyleyeceği bir şey yoktu. Öğrenmek için de sorulacak son kişi Mr. Fock'un kendisiydi. Her halükarda savurgan biri değildi.
Cimri de değildi. Çünkü ne zaman soylu, elzem ve hayırlı bir iş için bir yardım gereği de olsa, sessizce hatta adını bile vermeden o yardımı yapardı. Kısacası dünyanın en az konuşan centilmeniydi. Mümkün olduğu kadar az konuşur ve az konuştuğu ölçüde esrarengiz görünürdü. Oysa yaşadığı hayat gözler önündeydi. Ama yaptığı her şey matematiksel kesinlik içinde o kadar aynıydı ki...
tatmini olmayan hayal gücü bunun ötesinde bir şeyler arardı. Seyahat etmiş miydi? Muhtemelen etmişti. Çünkü dünya haritasına onun kadar hakim kimse yoktu. Hiçbir yer... onun hakkında özgür bir şeyler bilemeyeceği kadar ücra olamazdı. Birkaç defa yolunu kaybetmiş ya da ebediyen kaybolmuş gezginler hakkında kulüpte dolaşan çeşit çeşit hikayeyi
kısa ve açık ama azıcık kelimeyle düzeltmiş, gerçekten olması muhtemel şeyleri işaret etmişti. Sözleri de çok kez bir kehanetten esinlenmiş gibi olurdu. Çünkü olay sonunda mutlaka onu haklı çıkarırdı. Dünyanın her yerini dolaşmış biri olmalıydı. Hiç değilse zihninde. Yine de kesin olan bir şey varsa o da Phileas Fogg'un uzun yıllardır Londra'dan ayrılmamış olduğuydu.
Onu başkalarına göre biraz daha yakından tanıma şerefine nail olanlar, kimsenin onu her gün evinden kulübe gitmek için kat ettiği şu kestirme yoldan başka bir yerde gördüğünü iddia edemeyeceğine yemin ederlerdi. Vakit geçirmek için yaptığı tek şey gazeteleri okumak ve vist oynamaktı. Kendi yapısına gayet uygun olan bu sessiz oyunda çoğunlukla kazanırdı. Ama buradan kazandıkları asla cüzdanına girmez.
hayır işlerini ayırdığı bütçenin önemli bir kısmını teşkil ederdi. Zaten Mr. Fock'un kazanmak için değil, oyun için oynadığı aşikardı. Oyun, onun için bir zorlukla savaşmak, mücadele etmek demekti. Ama hareket etmeden, oturduğu yerden yorulmadan verilebilecek bir mücadeleydi. Bu da kişiliğine gayet uygundu. Phileas Fogg'u takdimimdir efendim. Kendisi biraz takıntılı biri.
hadi itiraf edelim, bayağı takıntılı. Ben de onu yaratan şahsiyetin yalancısıyım. Hani psikolojide obsesif, kompulsif bozukluk olarak anılan o dertten muzdarip olduğunu düşünüyorum. Yani nacizane. Elbette iddia edemem. Ne de olsa kulaktan dolma bilgilerle hareket ediyorum. Size takdim etmekte olduğum Fock birader İngiliz malum ama onu yaratan kişi bir Fransız. Bu kuralcı İngiliz bu hayatını eviyle kulübe arasında geçiren.
Alışkanlıklarının hiç dışına çıkmayan, saati hiç şaşmayan İngiliz, gözlerimizin önünde olağanüstü bir maceraya atılacak. Hem de ne macera. Üstelik işin ucunda yüklü bir para kaybetme riski de var. Çünkü kulüpteki arkadaşlarıyla iddiaya girecek bizim centilmen. Konu ne mi? Seksen günde dünyanın çevresini dönebileceğini savunuyor. Eh, sene olmuş 1872!
Demir ağlarla örmüşler yaşlı dünyayı dört baştan. Kanallar açmışlar. Kolaylaşmış artık insanlar için yolculuk yapmak. Seksen günde devre alem yapılamayacaksa da... Ne bileyim, o zaman yirmi bin sterlin feda olsun bu çılgın serüvene değil mi ama? Doğrudur, sizi yine biraz çocukluğunuza, hadi bilemediniz, ilk gençliğinize döndürmeye geldim.
bilimkurgu edebiyatının öncülerinden kabul edilen, hoş bu tartışmalı bir konu, bilimsel romanların ilk örneklerini veren diyelim biz, olağanüstü seyahatler serisiyle dünyanın en çok çevrilen yazarlar sıralamasında Agatha Christie'den sonra ama William Shakespeare'den önce gelen, ikinci sıradaki yerini yıllardır koruyan, 19. yüzyılın en büyük macera ustası Jules Verne'in dünyasına girmeye hazır mısınız? Yalnız önceden uyarayım.
Bu öyle sadece romantik ve nostaljik bir yolculuk olmayacak. Büyük maceralarla örülü olacağını tahmin etmek zor değil tabii. Ama biz yazara biraz da eleştirel gözlüklerimizi takarak bakacağız. Aslında onu çağının koşullarında anlamaya çalışacağız desek daha doğru olur. Öyle acımasızca eleştiri okları fırlatacak değiliz yani. Kiminle mi yapacağız bu hassas terazi gerektiren sohbeti?
2024 yılının sonuna doğru Jules Verne Seyahat Ajentesi adlı bir kitapla karşımıza çıkan sevgili yazar arkadaşım İlhami Algörle. Onu, fakat müzeyyen bu derin bir tutku, Albayım Beni Nezahetle Evlendir, İkircikli Biricik gibi kitaplarıyla tanıyan okurları şaşırtacak bir hamle olarak da tanımlayabileceğimiz bu yeni kitap, yazar Jülverne,
onun en bilinen eserlerinden 80 günde devre alemin karakterlerini ve akışını edebiyat tarihinden ödünç alıyor, onların yanına yeni kişilikler ekleyerek, olayların gidişatını değiştirerek, Farklı ve özgün bir metin ortaya çıkarıyor. İlhami buna eskizliyor. Ben deneysel bir roman desem olur mu acaba? Postmodern roman diyenler de varmış. Neyse, şimdi bırakalım etiketleri de gelelim sohbete.
Konuğumuz İlhami Algör. Konumuz 80 günde devre alem ve jülven. Ortam biraz ciddiyetsiz. Dikkat! En ciddi konuları konuşurken bile birdenbire kahkahalara maruz kalabilirsiniz. Çünkü ilhami, çünkü eş durumundan tanımış olsam da kaç yıllık arkadaşlık. Sen Jules Verne Seyahat Acentesi diye bir kitap yazdın.
Ve gerçekten de aslında 80 günde devri alemden de yola çıkan bir kitap bu. Oradaki karakterleri de kullanıyorsun, Cülvern'i de kullanıyorsun ve dünyanın etrafında dönme fikrini devam ettiren birileri de giriyor karakterlere. Neylebeli falan gibi. Dolayısıyla bu fikrin öncelikle nereden geldiğini çok merak ediyorum. Neden? Biraz deneysel bir roman kabul edelim ki. Bu fikir nereden geldi? Neden Jules Verne'i bir ana karakter yapma kararı verdin?
Neden onun bir romanından yola çıktın neydi seni buna iten? Evet arkadan ittiler. Kim itti onu soruyorum. Aslında posta kutubunda bir mektup buldum. Çok isterdim öyle başlamayı. Gizemli. Evet öyle olsaydı güzel olurdu keşke. Tanışmak, buluşmak ya da bu konuya bulaşmak aslında birden fazla faktör var. Öncelik sonralık sırasını bilmiyorum, dağınık ve karışık bir şekilde söyleyebilirim. Bir tanesi şuydu, zaten benim daha önceki yazdığım kitaplarda...
Bir erkek sesi esasen egemendi. Kendi eksenli bir yerden başka karakterler, başka sesler karışsa bile neticede bir adamın anlattığı metinlerde, anlatılardı onlar. Ama bir parantez ya da dipnot. Hani Erno'nun senelerinden sonra bir meşruiyet kazandım. Çünkü daha önce mesela o tarza otobiyografik deyip burun kıvırırlardı.
Şimdi otososyo biyografi diyerek. Ya da otokurmaca, otososyo kurmaca falan diyerek durumu kurtardık. Ani Erno'ya bu arada çok teşekkür ederim. Evet hepimiz şükran borçluyuz. Uzun ömürler versin hanımefendiye. Şimdi daha önceki kitapların sesi. Aşağı yukarı bende bitmişti. Şimdilik bitmişti. Yarın öbür gün tekrar döner bir bumerang gibi döner gelir onu bilemiyorum ama başka bir şey arayışı vardı içimde. Daha geniş bir şey yani.
Biraz komik olacak ama ben ona albatros kuşu diyorum. Geniş kanatlı uzun uçan bir ses. Ve öyle bir şey olmalıydı ki bunu içeriden ararsın tamam mı? Kalbinden ararsın. Yani içeriden bir yerden hissi bir şekilde. Ben de öyle tezahür ediyorum. Başka arkadaşların çalışma tarzlarını bilmiyorum. Artık daha önceki ses ve anlatım ya da neyse onların bittiğini ve yeni bir arayış içinde olduğuna dair bir his gelişir içinde. Ve o his arar, tarar yani. Derken o arada bir şey başlamıştı.
Kuzey ve Güney Amerika'da daha ziyade Güney Amerika'da 19. yüzyıl sömürgeci heykellerini yıkma eylemi başlamıştı. Biz burada her ne kadar Türkiye'de doğup büyüsek bile ister istemez çok uzun zamandır dünyayı da görürüz. Dünya da bizi görür yani bizim. bir kanadımız kulağımız bir yerimiz yeryüzüne bakar yani ne oluyor istersen arkanı dönsen bile o gelir burnunun ucundan seni yine yakalar o bakımda şeyle alakadardım 19. yüzyıldaki bu sömürgecilerin heykellerinin yıkılması
Bu ne manaya geliyor? İster istemez ilgileniyorsun zaten. Kişisel olarak bir amatör sevdası var şeye karşı. 19. yüzyıla karşı bir merakım var. Özellikle 1870'ler. Yani üçüncü çeyrek. Neden bilmiyorum öyle. Ne bulsam o konuda her zaman dikkatli olmuşum. O dönemin edebiyatı, o dönemde üretilen eserlere de mi bir ilgin var mesela? Onları henüz iliştiremem.
Güzel bir soru ama onları henüz birbirlerine henüz yamayamam. Belki yarım saat sonra yamarız. Tamam anlaştık. Onu bilmiyorum. Konuşacağımız kitap da o civarlarda ya onun için. Evet. Eğer çok açıktan dolanıyorsan beni merkeze doğru çek lütfen. gibi dolanır. Okey. Şudur. Şimdi o heykellerin aslında yıkılması bir dipnot daha vereyim. O heykelleri ben olsam yıkmazdım. O heykellerin altına bir not koyardım.
bu şerefsiz vaktiyle şu hapları yedi ya da neyse bu beyefendi şunları şunları yaptı diye ve sürekli orada dururdu ve sürekli de o yaptıkları döner her defasında ona her okuyun her kim oradan geçerken onu okuyor ise o bir kere daha onu
Çünkü öbür türlü silip atmış oluyorsun. O heykelleri yıkmak biraz da Agatha Christie'nin romanlarını düzeltmek, toparlamak yok işte seksist yaklaşımı da yok edelim de yok bilmem ırkçılığı da çıkaralım mı gibi bir zihniyet değil mi sence de? Doğru söylüyorsun anladım ne demek. Öyle bir şey var hakikaten. Buna benzer kritikler okudum. Bilmem kimin kitaplarındaki bazı unsurları temizlendi. Evet Agatha Christie'ye yapmaya kalktılar işte. Yani aynı fikir aslında. O zaman aslında.
Yapılan şeyi de yok etmiş oluyorsun hani temizliğim ortamı derken. Bence de yok etmek yanlış. Negatif de olsa. Tabii yanlış. Çünkü zaten yeryüzünde biliyorsun çok uzun zamandır hafıza merkezleri, hafıza çalışmaları. Bir de öbür taraftan geçmişte olanları bugüne ders versin diye muhafaza etmeye çalışan. Bir sürü kurumlar, şahıslar, çabalar var. Edebiyatta var, edebiyat dışı var. O yüzden onları yok etmek senin o an için yüreğini soğutur ama...
Bence bir faydası yok. Yani dünya kültür tarihine yaptığın bir kötülük olarak gelenebilir. Bana da öyle geliyor. Peki evet pardon araya girdim. Yok yok gir gir araya gir böylelikle toplam uzun süreyi birlikte daha güzel tamamlarız. Çünkü hesaplar adamıyım ben. Maşallah. Neyse şimdi bu 19. yüzyıl meselesi hem benim kişisel 19. yüzyıl ilgim hem yeryüzünün 19. yüzyılla heykelleri yıkarak ya da başka şekillerde. Ki Kanada'da ya da dünyanın başka yerlerinde de 19. yüzyıl sorgulamaları var.
Bazen haberler çıkıyor 19. yılda işte diyelim ki yerli çocukları eğiten bilmem kimlerin çocuklara yaptıkları gibi bir sürü buna benzer. Zaten bir konuya ilgi duymaya başladığın zaman garip bir şekilde hayat her şey senin önüne çıkarıyor. Algın öyle açılınca. Onları kapıyorsun. Bir başka artı başka bir sebep bir akademisyen Karadeniz Teknik Üniversiteden bir akademisyen genç bir akademisyenin bir makalesi karşıma çıktı. Tesadüfen yine Jules Verne'i eleştiren bir makaleydi ama.
Jules Verne'i tam eleştirmiyordu çünkü diyordu ki Jules Verne'in ikili karakteri var. Bir tanesi teknolojik gelişmelere çok bel bağlamış ve imser ve onu öven bir tarafı var ki bu yönüyle aslında bir manada o dönemin teknolojik gelişmeler üzerinden yayılmacı tarafını görmezden gelmesine sebep oldu.
Bu gelişmelere çok iyi anlamlar yükledi. Şu anda akademisyenden çıkmış olabiliyoruz. İlhamıyla akademisyen karışık bir yere varmış olabiliyoruz. Özür dilerim akademisyenden. Bir tarafı buydu. Bütün bu olup biten gelişmelere... Pozitif anlam yükleyen ama bir noktadan sonra o da baktı ki aslında bu teknolojik gelişmeler çok şey değiller. Elleri temiz değil yani. Maliyeti var, sosyal maliyeti var. Özellikle ulus ötesi.
Onları görmeye başladı ki hakikaten mesela biliyorsunuz 20. yüzyılda Paris diye bir kitap yazdı. Editörü ona dedi ki bu kitabı sen çıkarırsan rezil olursun. Namın yerin dibine girer. O yüzden onu kasaya kilitledi. Mesela o benim için anlamlıydı onu kasaya kilitlemesi. Ve daha yıllar sonra yani. Ölümünden yüz yıl sonra falan bulunuyor. Çok sonra açıldı kasa ama bir insan kasaya sadece...
Kağıtları kilitlemez. Kendi iç mekanizmasına kilitler değil. Hamice bir not aldım ben oraya. Neticede o akademisyenin makalesinden de ince bir ışık çıktı. Ve ben adamın ikili karakteri dikkatimi çekti. Yani önce çok övüyorsun ya da olumlusun pozitifsin. Amenna ki buna itirazım yok. Çünkü zaten 19. yüzyılın yeryüzüne karşı tavrında özellikle 3. çeyrekte. Her şey yeni yeni yeni ulaşım iletişim bir sürü konuda o kadar hızlı yenilikler var ki hayatın o eski ağırlaşmış otokrasi işte monarşik.
Krallar, imparatorlar bilmem neler hayatın üzerinde ağır bir tortu var ve özellikle kadınlar bunu almışlar ve yeniye yönelik bir arzu var. O yüzden... Jülvern'i ve onunla beraber düşünenlerin yeni beklentisini anlarım. Ben de orada olsam ben de onlar gibi düşünebilirdim. Aslında editörü de onu oraya biraz bu yüzden ittiriyor zaten. Buna ilgi var, bunu yaz diyor bir yandan da sanki değil mi? Benim anladığım evet, şöyle bir şey var.
Çok güzel bir pazarım var. Biraz haince konuşacağım. Editör arkadaşlarımdan özür dilerim. Zaten bütün kitaptan anlıyoruz biz onu böyle konuşacağını şu anda. Ama ben terbiyeli bir hainim. Hainliğimi istihzayla gizlemeye çalıştım. Nezaket çerçevesinde yapmaya çalıştık. Evet. Ben anladım ama. Evet. Ama çünkü adam hayatta yaşamıyor. Yani yaşamayan birine de çok fazla yüklenmek ayıp olur. Tabii doğru. Yakışıksız kaça. Neyse.
İkil karakteri benim dikkatimi çekmişti adamın. Hem olumluyu ama doğru bir dakika diyor bu iş kazın ayağı öyle değil fikir değiştiriyor. O yarılma o ikilenme meselesi benim dikkatimi çekmişti yani. Orası bir imkan çünkü bir karakter düşünsene ömrünü bir şeye yatırıyor. Sonra birden beri ömrünü yatırdığı yerden duraksıyor ve başka bir fikre doğru evriliyor. Orası aslında her çeşitli dramatik yapı için ya da anlatı için çok bence şey üretken bir...
Aralık gibi geliyor bana. Cazibeli. Cazibeli. Cerzebe diyebiliyor muyuz? O galiba başka bir yere doğru gidiyor. Başka bir yere gidiyor değil mi? Peki. Editöre kısaca değinelim. Editor by Pierre Hetzel. Hetzel ya da Hetzel. Evet. Şimdi bu beyefendi bir gençlik dergisi çıkarıyor. Aileye ve evlere girebilen bir dergi.
Yani onlar tanıştıklarında birlikte çalışmaya başladıkları böyle bir dergi var. O derginin arkasında başka isimler de var. Onlara girmeyeyim, hakim değilim. Hatta Fransız resmi birimleri o dergiye gençliği... İşte gayet iyi gençliğin lehine bazı yayınlar yaptığı için böyle büyük ünvanlar, ödüller bir şeyler veriyorlar. Orada bir çizgisi var editlerin. Muhafazakar aile yapısını gözeten ama yenilikçi çocuklar için de bir şey yapan.
Zaten dönemin öyle bir kafası karışık. Dönemin hakikaten ikili bir özelliği var. Yeniye doğru hızla ya da güçle yeniye doğru evrilmeye çalışan bir hayatla onu bir yandan tutan bir hayat. Senden ve eğer bunu birileri dinlersek az eğer onlardan özür dilerim. Ben okurum dinleniyor efendim. Lütfen rica ederim. Çok kafalık ettim. Özür dilerim beni affediniz lütfen. Ne demek? Buyurun. Şey var.
Bir de mesela konuları dağıtabilir miyim biraz? Dağıtıyorsun zaten, dağıt rahat. Şeyi hatırlar mısın? Leopard filmi, Leopardi. İlleopar şey oynuyordu. Burdlançıster oynuyordu. Alendelon oynuyordu. Sicilya'daydı. Toprak soylusuydu. Ve Sicilya'da bağımsızlıkçı hareketler Garibaldi falan onların bağımsızlıkçı hareketleri başlamıştı.
Prens yani Lanchester'ın karakteri bir prens, bir toprak soylusu. Gelişmelerin farkına varıyordu ki artık bizim dönemimiz bitti, yeni bir dönem başlıyor. Ve o nedenle o toprak soyluların, aristokrasinin birçok üyesi... ticaret üzerinden ya da yeni gelişen sanayi çağının sunduğu imkanlar üzerinden vaziyete intibak etmeye evriliyorlardı. Dönemin bir de öyle özelliği var. İki zıt yenilikçi ve eskide direnenler olması gibi.
Arada yeni koşulları anlamaya çalışıp ona uyum sağlamaya çalışan üçüncü bir boyut daha vardı. Konu neydi? Biz ne konuşuyorduk? Biz Jülvern konuşuyoruz. Ama işte Jülvern tamamen o dünyanın içinde. Tam öyle. Tam orası. Zemin orası yani. Yani adama şey diyorlar. Sanayi çağı destancısı. Diyorlar bravo. Evet. Yani dolayısıyla. Tam o sanayi çağının geliştiği dönemde aslında senin de söylediğin gibi gençlere hitap eden sözde ama bence bir çocuk kitabı yazarı asla değil. Biraz belki onu da konuşuruz.
Bir şekilde oradan yola çıkan ve sonra da bunların kitaplaştığı hikayeler yazıyor. İşte olağanüstü yolculuklar, olağanüstü seyahatler denilen bir seri aslında bu. Senin biraz önce sözünü ettiğin editörle. Ben sadece bu sömürgeci heykellerine nasıl bağlayacağını merak ettim. Çünkü... Jülver'in sömürgecilik zihniyetine de yakın duran kitapları olduğunu söylemek mümkün aslında bugün buradan baktığımız zaman. Bu konuda ne düşündüğünü merak ediyorum. Sanırım o sömürgecilik heykelleriyle.
Bunları bir yerde birleştirecektin. Evet tabii ama dağınık da kalsın zengin gösterir. Tabii canım. Ama birleştirmeye gayret edeyim şudur. Jülven, çünkü bazı arkadaşlarım çocukken ya da okullarında Jülven okutulmuş. Özellikle yabancı dilde eğitim, ortaokul ve lisede yabancı dilde eğitim gören bazı arkadaşlarım, kuşağı bana yakın olan arkadaşlarıma derste.
Zülvern okutmuşlar ve bir arkadaşım dedi ki ya ben bu senin kitabı okuduktan sonra biraz sarsıldım. Çünkü Zülvern hepimizin hayatında pozitif bir yerde duruyor. Çocukluktan gelen bir şeyle beraber. Üstencillik diyelim. Üstencil bir dil var. Şimdi ben akademisyen değilim. Bu sözünü ettiğim döneme çok hakim de değilim ama çok ana hatlarıyla kabaca baktığın zaman yeryüzünde bir kabul var.
Evet belki tartışılabilir ama ben müsaadenle o kabulden hareket edeceğim. Bu 19. yüzyılın batılı beyaz ve erkek tavrında. Üstencil dediğimiz bugün Türkçe'de. Hafif yukarıdan bir bakış var. Kendisi dışındaki coğrafyalara, kendisi dışındaki kültürlere. Kesinlikle çok var. Gerçi şimdi ben bu konuda biraz daha eli yüzü düzgün bir adam. Diğerlerine oranla. Ama mesela bir yandan hani eninde sonunda kendi yürüdüğü çizgiye bir...
soru işareti oluşturup 20 cızda Paris diye tamamen bambaşka bir kitap eleştirel bir şey. Bütün bu. güvendiği bel bağladığı teknolojik gelişmelerin, yarın öbür gün kaotik bir yere, hayatı nasıl sürüklerine dair bir şey yazmış adam olmasını önemsiyorum. O nedenle onu... ayrı bir yere koyuyorum. Yani daha öncesini yerin dibine batırmak istemiyorum ama üsttencillik kaçınılmaz olarak ona hayat, yani ben de affedersin 1800 küsürlerde, 50'lerde, 60'larda, 70'lerde, Avrupa'nın herhangi bir
nispeten avantajlı bir bölgesinde taşrasında kenarında dağ başında değil de merkezinde büyümüş bir adam olsaydım ben de açıkçası ona yakın düşünceler içinde olabilirdim diye düşünüyorum. Çünkü... Arzu ederdim hayat değişsin, yenilikler gelsin. O zaman tabii ki yenilikler getiren teknolojik gelişmelere pozitif bakabilirdim. Yani aslında bugün de bizim olmakta olana dair bakışımızda iyimserliğimizden gelen.
Yanılmaya meyyal bir halimiz vardır. Meyyal kelimesi de ne güzel. Araya şarkı türkü girebiliyor muyuz? Tabii buyurun. Yapalım. Tamam dersine. Attırırız reytingleri. Attıralım bir şey. Şimdi nereden bağlayacağız arkadaşı Bay Jülverni? Üstencillikten bağlıyorum biraz. Onun en belirgin yakaladığım yeri ya da yakaladığım demeyeyim de kendini en iyi ifade eden yerlerinden birisi. Mesela bir tanesi Süveyş kanalına koyduğu övgüdür.
Aslında aynı az önce söylemeye çalıştığım şeyle dönemin yeniliğe açık tarafı, yenilikleri olumlamaya meyyal tarafı. Yeterince bir maliyet, kar, zarar, eksi artı ne götürü ne götürü hesabı yapmaya izin vermeyen bir imsellikle sürece bakmasına sebep olmuş olabilir. Bu cümleyi bir daha kuramam. Nefes almak istiyorum.
Ama şey öyle olmuyor. Yani aslında Süveyş kanalı İngiliz emperyalistleri için, İngilizler için hayatı çok daha kolaylaştırıyor. Mısır halkından ya da diğer halklara oranla. Çünkü orası bir highway oluyor zaten. Oradan Londra'dan kalkıp. Brindisi'ye giden trene Hindistan treni diyorlar zaten öyle bir ta Hindistan'a kadar tren artı deniz Süveyş kanalı Kızıldeniz Babülmendeb öyle bir İngilizlerin
En parlak dönemleri yeryüzüne egemen oldukları dönemde. Yani Süveyş meselesini evet insanlık için olumlu bir şey olarak görüyor ama insanlığın bazı yönleri var ki. İnsanlığın diğer yönlerinin aleyhine çalışan bir insanlık da olabiliyor yersinde. Yani işgal ediliyor olabiliyorsun Mısır'ı yani. İşgal etmek zorunda kalıyorlar çünkü eğer onlar işgal etmezse başkaları bir yerleri işgal edebilir. O kadar sert bir kavga ki.
Belki hiç niyetin yok gidip oraları almaya ama mecburen almak zorunda. Oyunu öyle eli öyle bir yükseltmişler ki yok Ruslar kuzeyden inerse ne olur. Onlar oradan oraya geçer. Başkası almadan ben alayım. Ben alayım. Yani ona stratejik akıl diyorlar. Halbuki değil. Başka bir şey olur. Bence Allah kolaylık versin hepsine.
Bir Süveyş kanalına değerlendirmesi, aslında Süveyş'in kar, zarar, maliyet, toplam insanlık faydası açısından bakılırsa acaba Süveyş olumlaması, güzellemesini tekrar düşünebilir miyiz? En azından soruyu buraya bırakın. İkincisi daha belirgin olanı şu, o daha vahim bence. Şimdi bu 80 günde devralem karakterleri neticede Hindistan'a varıyorlar. Hindistan'ın içinde bir yerde maceraları onları ormanda ya da bir yerlerde neyse bir yerlerde bir grup görüyorlar.
Tören alayı, ölüm töreni mi denir ne denirse? Cenaze töreni. Cenaze töreni ama bir kadın var orada. Genç bir kadın hiç kendinde değil galiba. Brahmanlar mı diyordu kelimeyi hatırlamıyorum. Onu sürüklüyorlar. Orada bir Hintli figür var. Ne oluyor diyorlar ona işte bir de şey var İngiliz ordusunda o bölgede tuğ general pozisyonda bir yol arkadaşı da var. Neticede o şuymuş ki bu kadıncağızın eşi ölmüş.
Onu yakarken karısını da beraber yakacaklar falan filan şimdi. Ve neticede bizimkiler özür dilerim kahraman beyaz Avrupalı erkek oldukları için o kadını kurtarma mecburiyetini çok derin bir yerde. Artık neresiyiz? Bir yerde hissediyorlar. Kadını kurtarma arzusuyla hikayenin akışı adeta ama kadının tanımında metin şunu kılıyor. Adeta Avrupalı.
Adeti Avrupalı olması acaba belki de o derinlik şey etmiyor. En azından Avrupayı bir eğitim almış. Almış bravo yoksa kurtarmayabilirlerdi. Tabii kurtarmayabilirlerdi. Şimdi bu aslında kitap 1872'de yazıldığında metinde geçiyor. Ama 1830'larla 40'lar arasında bir yerde aslında Hindistan'da hem İngiliz yönetimi hem de Hint ileri gelenleri bu yasayı iptal etmişler.
Artık bu geleneğe son verelim yakmayalım falan. Kadını öldükten sonra yakmayalım. Başka yollar olabilir. Hayat daha zengin gösteriyor. Bu çok aslında mantıklı bir şey. Rasyoneli var, matematiği de var. Her neyse. Şimdi 30-40 sene önce zaten yürürlükten kalkmış bir geleneği 1870'lerde tekrar var ediyorsan abi. Bir şey söylüyorsun değil mi? Derdin ne canım abim benim? Güzel abim, Jül abi. Zaten şöyle de bir durum var. Yani rayları sökenler, yani kötü eylemleri yapanlar, dünyanın çevresini...
Küçültenler batılılar aslında. Devir yollarını döşeyenler, Süveyş kanalını açanlar. Tabii ki orada Mısırlılar çalışıyor, kaç kişi telef oluyor falan o tarafı bir tarafa koyuyorum. İşte trenleri durduranlar Hindular, Kızılderililer. Çin ve Japonya'nın fantastik ülkeler olarak tanımlanması var 80 günde devre alemde. Amerikalılar paragöz ve aldırmazlar. Az gelişmiş topluluklara karşı Amerikalıları bir tarafa koyuyorum. Oraya da bir küçük kıskançlık olabilir.
Bir batılı medeni dediğin gibi kurtarıcı bir erkek durumu var ve dediğin gibi bir üstenci tavrımı var. Bu bize siyasi anlamda bir şey söylüyor zaten bütün Metin boyunca. Bravo. Bak o mesela kadının kurtarılması meselesi kitap yazıldıktan sonra yine 1875 ile 1880 arası bir tarihte Hollanda'da bir tiyatroda temsil ediliyor. Yani hala işliyor. Bir kademe daha devam ediyor. Sadece kitapta kalmıyor.
Onu bir kenara koyalım. Senin söylediklerin bana bir yere zıplattı beni. Bu ırklara, beyaz olmayan ırklara stereotip biraz klişe algılanması. Şeyde mesela James Bond'un filmlerinde biliyorsun sarışınlar dışında şeyler Asyatik sarılar, Afrika ya da siyahlar ve Kuzey'in Rus. Çağrışımlı tipleri bunlar hep kötü kahraman olurdu. Daha ki şeye doğru Charlie'nin meleklerinde olay bir miktar arada 30 sene sonra bir miktar değişti. Ve orada hatırlarsın yani hem Asyalı hem beyaz sarışın Amerikalı.
Hem de Latin rengi üçünü bir araya getirmeye başladı. Dünyada bir şeyler değişti yani herhalde ki. O bu çeşitliliğe dikkat etmeye başlıyorlar en azından Hollywood'da. Jules Gabriel Wern 1828 yılında. Her ne kadar köle ticareti yasaklanmadan önce çok daha parlak günler yaşamış olsa da, o yıllarda hala Fransa'nın önemli liman şehirlerinden biri olmayı sürdüren Nantes da dünyaya geldi. Kentin sokaklarında denizciler dolaşıyor,
Hülyalı gençlerin zihinlerinde hep uzak diyarlara yolculuk fikri dalgalanıyordu. Ejül de bu hayallerden nasibini aldı tabii. Babası avukattı ama annesinin ailesinde gemi sahibi tüccarlar vardı. Yani yolculuk edenler. yolculuğa çıkanlar ve dönenler. Jules'ün doğduğu ev de Loire Nehri üstünde bir adadaydı. Bugün cephesinde Jules Gabriel Wern 8 Şubat 1828 tarihinde burada doğmuştur diye bir levha asılı olan o ev,
artık bir adanın üstünde değil. Çünkü 20. yüzyılda nehrin kolları toprak doldurulup yol yapılmış. Ama olağanüstü seyahatler kaleme alan yazarın bir nehrin üstündeki bir adada doğmuş olması da Edebiyat tarihçilerinin pek hoşuna gitti her zaman. Jül'ün bir erkek, üç kız kardeşi oldu. Neşeli, bol oyunlu ve kalabalık bir evdi onlarınki.
Kendisinden sadece bir yıl sonra dünyaya gelen erkek kardeşi Polly, nehirde kayıkla tek başlarına geziye çıktıkları özgür bir çocukluk geçirdiler. Macera duygularını besleyen sadece bu özgür geziler değildi, kitaplar da vardı. Özellikle de Robinson çeşitlemeleri. Evet, doğru duydunuz. Sadece 1719'da İngiliz yazar Daniel Defon'un yazdığı Robinson Crusoe değil, ondan esinlenerek eğitici nitelikte yayımlanan uzantıları da.
Ama orijinal Robinson Crusoe'da özellikle yatılı okuldaki bir öğretmenin etkisiyle hayallerini besliyordu. Çünkü öğretmenin eşi bir gemi kazasında ölmüştü. Ama öğretmen... kocasının tıpkı Robinson Crusoe gibi bir adada yaşamaya devam ettiğini ve bir gün çıkıp geleceğini anlatıyordu öğrencilerine. Diğer çocukları bilemem ama bu hikayeler Jules Verne'i pek etkiledi ve yazmaya başladığında da
Eserlerinde hep Robinson Bari ögeler yer buldu. Hatta 11 yaşındayken gizlice bir geminin tayfaları arasında katılıp, seyahate çıkmak üzere evden kaçtığı da hakkında anlatılan hikayeler arasında. Maceracı çocuğumuz ortalama bir öğrenciydi. Derslerden çok oyunlar ilgilendiriyordu onu. Eğitim hayatının ilerleyen evrelerinde de felsefe, latince gibi bazı dersler hariç hep ortalama bir öğrenci olmayı sürdürecekti.
İlk aşkı kuzeni Karolin oldu. Sadece akraba olmaları değildi aralarındaki engel. Karolin onunla pek ilgilenmedi. Sonra da bir tüccarla evlendi. Jules de duygularını dizelere aktardı. Aşk hayatı... şiirlerle gelişecekti. Her ilgi duyduğu kadın bir başkasıyla evlendiğinde, evet bu birkaç kere oluyor, onun için şiirler kaleme alacak, hüsranlarını öfkeye dönüştürecekti. Dizelerde de, hayatta da.
İleride yazacağı romanlardan da aileleri tarafından zorla istemedikleri erkeklerle evlendirilen kadın karakterler eksik olmayacaktı. Edebiyatla ilgisi sadece şiirle sınırlı değildi elbette. Roman türüne de ilgi duyuyordu. Genç yaşlarında da birkaç denemesi oldu. Bu dönemde Victor Hugo'ya öykündüğünü söylemek mümkün. Oysa Jules'in en büyük oğul olarak babasının avukatlık bürosunu devralması bekleniyordu. Bu uğurda...
hukuk eğitimi için Paris'e gönderildi. Kardeşi Paul ise onun maceralarını devralarak denizlere açıldı. O büyülü şehirde gönlünde hukuktan çok edebiyatın yattığına bir kez daha kaniye oldu Jules. O yazıyordu. yazar olmak istiyordu. İlk yılın ardından Nant'a dönüp babasının iş yerinde çalışmaya başladığında sadece sınavlar için Paris'e gidiyordu, yine aşık oldu, yine hüsrana uğradı. Çünkü sevdiği kadının ailesi
çulsuz bir öğrenci yerine zengin ve yaşlı bir damadı tercih etti. Bu hazin hikaye onu doğduğu şehirden de soğuttu. Zaten babası da bir an önce hukuk eğitimini bitirmesini istiyordu. Ve Jules Verne Tam da Şubat devrimi sırasında 1848'de yeniden Paris'e yerleşti. Şehirdeki karışıklık ve çatışmalar 1851 yılındaki askeri darbeye kadar sürecekti. Yaşanan zor günlere rağmen...
Amcasının ilişkileri sayesinde Jules Verne, Paris'in seçkin edebiyat salonlarında kabul görmeye başladı. Tiyatroya da büyük ilgi duyuyordu. Piyasler kaleme aldı. Komşusu ve arkadaşı, besteci Aristi Inger'ın şansonlarına söz yazdı. Ama ne yazık ki bu dönemde sağlığı pek iyi değildi. Mide krampları peşini bırakmıyordu. 1851'de de bir yüz felci geçirdi. Üstelik bu atakların devamı gelecek, ömrü boyunca üç kez daha onu yoklayacaktı. Ama aynı yıl, her şeye rağmen, hatta...
edebiyat salonlarının ve yazının çaldığı zamanlara rağmen hukuk fakültesinden mezun olmayı başardı. 1849 yılında salonlardan birinde ünlü yazar Alexander Duma ile tanışmış, oğluyla yakın arkadaş olmuşlar. Jülvern ona yazdığı oyunlardan birini göstermişti. İkilinin birlikte yeniden ele almalarının ardından, P.S. 1850'de Ulusal Opera tarafından Tarihi Tiyatro'da sahnelenmişti.
1851'de de Aile Müzesi olarak çevirebileceğimiz bir derginin editörüyle tanıştı. Ona tarihi bir macera hikayesi yazdı. Bu beğenilince yeni bir hikaye daha istedi editör. Jules de yazdı.
Hikayenin adı Balonla Seyahat'ti. Ona Olağanüstü Seyahatler serisinin kapısını açan da, yazarlık kariyerinin ilk işaretini veren de bu hikaye oldu. Bu arada… oyunun sahnelendiği tiyatrodan gelen iş önerisini kabul etmiş, çok az bir maaşla da olsa adı lirik tiyatro olarak değişen bu binada sekreter olarak çalışmaya başlamıştı.
Tabii ki babası bu yazı-çizi işlerini bırakmasını söyleyip duruyordu. Jules ise ancak yazma konusunda başarılı olabileceğine inanıyordu. İpler, babası avukatlık bürosunu devralması konusunda ültimatom verdiğinde koptu. Jules Verne Paris'te kalıp yazmaya devam edecekti. Bu teklifi kabul edemezdi. Ulusal kütüphanede uzun saatler geçiriyor, yeni buluşlar, coğrafya, bilim konularındaki kitapları hatmediyordu.
Aralarında Zakaryus Usta'nın da bulunduğu öyküleri de Aile Müzesi dergisinde arıza endam etmeyi sürdürüyordu. Bir yandan okuyup bir yandan yazarken aklında da yeni bir fikir gelişmekteydi. hayalleriyle araştırmalarını bir potada eritebileceği bilimsel romanlar yazma fikri. Yeni bir tür. Aslında istersen önce ana karakterlerden de biraz konuşalım. Orada da seçimler bence.
Gayet düşünülerek yapılmış bir şey. Fok, Phyllis Fok esas karakterimiz dünyaya dönecek olan İngiliz. Sonuç olarak yazan karakterimiz Jules Verne, Fransız. Ve Phyllis Fok'un biraz aslında... Belki de dünya edebiyat tarihindeki obsesif kompulsif tiplemelerin en birincilerinden biri olduğu gerçeğini düşünürsek ve onu da bir İngiliz olduğunu düşünürsek. Bu da bize bir şeyler söylüyor mu? Ne dersin?
Benim bu çalışmalar sırasında öğrenebildiğim kadarıyla üst seviye bir İngiliz görevlisinin metnini buldum. 19. yüzyılın sonlarında yazılmış. Orada aslında şöyle bir cümle hayal meyal hatırladığım kadarıyla. Kıtı Avrupası ve özellikle Fransa'nın İngilizlere olan nefreti burada da görülüyordu gibisinden bir şey var. Fix yani fix. Fransızların İngilizlere gıcıklıklarına dair bir vurgu vardı o cümlede.
Belli ki her ne kadar subjektif bir cümle olsa bile bir realiteye denk düşüyor olarak düşündüm ona. Zaten bunlar çok savaştılar. Napolyon'dan beri hatta Napolyon'dan geriye de gidersin. Onların arasında... Çok ciddi bir şey var, husumet var ama enteresan bir şey var. Napolyon sevgilisine gül fidesi göndereceği zaman İngiliz ablukasını Fransız gemilerine yol açıyor.
Hakikaten öyle şeyler var. Bu mesela Vedat Ozan'ın dört cütlük koku kitabı var Everest grubunda. Orada mesela onu gördüm ki Vedat Ozan'da zaten çok miktarda 19. yıl detayı var. Ondan çaldım bazı detayları mesela. Olur öyle. Yardımcısının Fransız olması da bence özel bir seçim. Ama aslında şu da yanlış anlaşılmasın. Phyllis Fogg tamamıyla negatif bir karakter değil pozitif bir karakter.
Bütün obsesifliğine rağmen aslında çok negatif biri olarak da konumlandırmıyor. Fakat sıkıcı bir biri gibi çiziyor sanki değil mi? Ben aklımca şöyle zannediyorum. Bu adamla uğraşacağına göre yaklaşık şu kadar sayfa boyunca Bay Jules Van, Bay Fogg'la uğraşmaya ve İngilizlerle onun üzerinden uğraşmaya karar verdiyse bu metni makul bir sürede uzatabilmek ve dünyayı o adamla şu kadar gün beraber dolaşabilmek için.
Onunla ilişkilerine hafif ince bir zerafet katmış olabilir. Ama her fırsatta da elinde bir çuvaldız var. Yani batırıp duruyor yani batırıp duruyor. Aslında ben kendi çuvaldığımızı da biraz Jules Verne'den aldım. Ben de yer yer beyefendiye, bayfoga zaman zaman batırıyordum. Bundan ne köy olur ne kasaba İngilizlerin o altyapısı olmasaydı diye. Teşekkür ederim Allah sunulduk. Evet almışsın zaten kitabında aslında Jülver'in dilini de biraz satın almışsın.
Diyebiliriz. Diyebiliriz tabii. Yani çünkü tabii ister istemez onun karakterlerini de aldığın için yani bölüm başlıklarının tarzını, üslubunu falan da satın almışsın. Peki biraz da üslubundan söz edelim mi Jules Verne'in özellikle 80 günde devre alemi göz önüne alarak? Çünkü biraz böyle hafif esprili bir anlatım olduğunu da söyleyebiliriz sanki değil mi? Ne dersin? Haklısın bana da öyle geliyor.
Hatta zaman zaman sarkastik bile diyebiliriz. Sen hakim sinir. Ben senin kadar hakim değilim. Hakikaten sami severim o kadar hakim değilim ama. Onun üslubundan ziyade kendiminkinden biraz söz etmek istiyorum. Çok kısaca ki. Şöyle müzik üzerinden yani sen herhangi bir enstrüman çalıyorsun ve ben senin sesini, çalışını, tarzını duyuyorum, melodiyi duyuyorum. Ve ben eğer aynı konuda, benzer bir konuda sana paralel bir hattan...
Yer yer seni eleştirerek bile olsa, senin yanı sıra paralel bir akış içinde olacaksam, senin melodine çok ters, çok garip bir melodilen bunu beceremeyebilirim. Akışkan bir yerden kurmalıyım ben de kendi ana şeyimi, sistemimi. O nedenle ince bir mizahım olmalı hafiften. Başka türlü çünkü o kadar yolu
Hani çamaşır ipini öyle gereceksin ki üzerine atsın zaman çamaşır yere değmeyecek. Ne çok gereceksin ne çok gevşek bırakacaksın. Kaçamak sorular konusunda cevaplar konusunda bir numara olduğumu düşünüyorum. Teşekkür ederim. Evet onu anlıyorum. Sabah 8'de Verothal istasyonuna 15 mil kala, tren etrafı birkaç bungalow ve ırgat barakasıyla çevrili geniş bir düzlüğün orta yerinde duruverdi. Kondüktör, vagon katarı boyunca yürüyerek, Yolcular burada iniyor!
dedi. Phyllis Fogg, Sir Francis Cromarty'e baktı. Bir demir hindi ve kajur ormanının ortasında neden durulduğunu o da hiç anlamamış görünüyordu. Onlar kadar şaşkın Pasparto'da kendini hatta attı ama aynı hızla geri gelip ''Mösyö, demir yolu bitti.'' diye haykırdı. ''Ne demek istiyorsunuz?'' diye sordu Sir Francis Cromarty. ''Yani tren daha ileriye gidemiyor demek istiyorum.'' Bunun üzerine Tuğ General hemen trenden indi.
Phyllis Fogg da acele etmeden onun peşinden gitti. İkisi birlikte kondüktöre yöneldiler. Neredeyiz diye sordu Sir Francis Cromarty. Colby köyünde diye cevapladı kondüktör. Burada mı duracağız? Elbette. Demiryolu henüz tamamlanmadı. Nasıl? Tamamlanmadı mı? Hayır. Burası ile Allahabad arasında tamamlanması gereken 50 millik bir bölüm var hala. Hat orada tekrar başlıyor.
Halbuki gazeteler tren yolunun tamamlanarak açıldığını bildirmişlerdi. Yapacak bir şey yok sir. Gazeteler yanılmış. Siz de Bombay'dan Kalküte'ye bilet mi satıyorsunuz? diye sordu Sir Francis Cromarty. Sinirlenmeye başlamıştı. Tabii ki, diye cevapladı kondüktör. Ama yolcular kendilerini Colby'den Allah'a vata kadar götürecek bir vasıta bulmak zorunda olduklarını biliyorlar. Sir Francis Cromart'i öfkelenmişti.
Passepartu, bunun vaziyete hiçbir faydası olmasa da kondüktörü oracıkta zevkle gebertebilirdi. Efendisine bakmaya cesaret edemiyordu. Sir Francis, dedi Mr. Fogg. Sizinle bir itirazınız yoksa Allah'a bata gitmenin bir yolunu bulalım. Mösyö Fogg, bu şimdi sizin açınızdan kesinlikle tahmin edilmemiş bir gecikme değil mi? Hayır Sir Francis, bunu tahmin etmiştik. Ne?
Siz hattın kesik olduğunu kesinlikle bilmiyordum. Ama er veya geç karşıma bir engel çıkacağını biliyordum. Şimdilik hiçbir tehlike yok. Takvimden iki gün öndeyim. Bunu harcayabilirim. 25'e öğle vakti Kalküta'dan kalkıp Hong Kong'a giden bir buharlı gemi var. Bugünse 22'si. Kalküta'ya zamanında varacağız. Böyle mütekamil bir özgüvenle verilen bir cevap karşısında söylenecek hiçbir şey yoktu.
Demiryolu çalışmalarına bu noktada durmuş olduğu ayan beyan ortadaydı. Gazeteler ileri gitme saplantılı bazı saatler gibiydiler. Hattın tamamlandığını vaktinden önce bildirmişlerdi.
Yolcuların çoğunluğu hattın burada kesildiğini biliyorlardı ve trenden inmiş, küçücük köyün sahip olduğu ne kadar vasıta çeşidi varsa hepsini ele geçirmişlerdi. Dört tekerlekli palgikariler, Hör güçlü bir öküz cinsi olan zebuların çektiği arabalar, seyyar pagadolara benzeyen binek arabaları, tahtrevanlar, midilliler ve bunun gibi.
Böylece Mr. Fogg ve Sir Francis Cromartie bütün köyü aramalarına rağmen hiçbir şey bulamadılar. ''Ben yürüyerek gideceğim.'' dedi Phyllis Fogg. Tam o sırada efendisinin yanına gelen Passepertü, pek güzel ama yetersiz babuşlarını düşünerek yüzünü buruşturdu. Çok şükür ki o da kendi adına keşfe çıkmıştı. Biraz tereddüt ederek, Bösyö dedi, sanırım bir ulaşım yolu buldum. Nedir? Fil. Buradan yüz adım ileride oturan bir Hintli'ye ait bir fil. Gidip görelim fili, diye cevap verdi Mr. Fogg.
Peki direkt soruyorum. Sence Jules Verne bilim kurgunun öncü yazarlarından biri olarak kabul edebilir miyiz? Ben öyle tartışmalar okudum, öyle makaleler okudum. Efendim bilim kurgunun öncülüdür, hayır değildir, şudur budur. O olay biraz karışık. Yani onu yeterince çalışmadım, çok çalışmadım bu konuyu. Ama öyle tartışmalar, makaleler gördüm. Bazıları evet öncüsüdür diyor, bazıları hayır o popülüs bir nitelendirmedir diyorlar. İşte o dönem öyle şey yaptılar.
Ki hakikaten bana da biraz kolay geliyor bilim kurgunun öncüsü. Çünkü bu sefer başka edebiyatla alakalı metinlere baktığın zaman bilim kurgu nedir, o nedir, bu nedir diye başka tartışmalarda onu yakın bulmuyorlar bilim kurguya. Daha yakın zamanın edebiyat. çerçevesindeki tartışmalarında. Ortalığı yine böyle karışık bir vaziyette bıraktım. Gayet memnunum hayatımda. Ama sonuç olarak şunu kabul edelim ki 80 günde devralem birçok insana, birçok gence, çocuğa meridyenin ne olduğunu...
zamanın dünya çevresinde dolaşırken nasıl ilerlediğini anlatmış bir kitaptır. Yani bir yanıyla aslında Jules Verne kitaplarının... Öğretici olduğunu kabul etmek lazım. Bilim kurgu olmanın dışında söylüyorum bunu tabii ki. Yo, kabul ediyorum. Çünkü düşünsene ben 1870'lerde, 80'lerde, 10'lu, 15'li yaşlar arasında yaşayan bir çocuk olup da dünyaya dolaşan bir kitap okusaydım. Ufkum genişlerdi, düşünce yapım genişlerdi yani. Hani bence o manada bir olumluluk şey yapabilirim.
Yani o eleştirel yaklaşımları bir yana bırak. Yani kuyunun dibindeki kurbağa gökyüzünü kuyunun çeperinden görünenden ibaret zanneder diye bir cümle vardı bir yerlerde. Nereden gelmiş? En azından çeperleri genişletti. Yeryüzünün... Gökyüzünün çok daha geniş olduğuna dair bir şey verdi bence. Kolay değil yani. Bir de herhalde şey de verdiğini düşünüyorum. Dünyayı gezmek, görmek duygusu da verdiğini. Mümkündür ama yaş zamanlı olarak biliyorsun seyahat...
Kitle turizmine de evrildi. Altyapı geldi. Trenler, vapurlar, buharlı sistemler, daha hızlı dolaşmalar falan. Şanslılar. Hep birbirleriyle eş zamanlı oldular. Öyle bir şansları da var. Muhtemelen vermiştir bence. Birisi Jules Verne okuduktan sonra en azından Mısır'a gitmiştir Avrupa'dan biri. Zaten ciddi bir kitle turizmi var.
O guidebooklara bak, guidebookların 19. yüzyılda bilmem kaçlardan beri kaç baskı yaptı, hangi guidebook bilmem ne oldu, bir sürü guidebook belirdi, onların ulaşım düzenlemesi falan çok ciddi bir hareketlilik var. Evet kesinlikle öyle. Bir de şey de var yani şimdi aslında.
Pek ciddiye alınan biri değil Jules Verne. Edebi anlamda. Bu konuda da makaleler var alınmadığına dair. Alınmadığına dair. Biraz batıda iyice, Anglo-Saksonlar tarafından iyice öyle. Çünkü Anglo-Saksonlara çevrilirken hep kısaltılarak. çevrilmiş zaten. Dolayısıyla hep çocuk edebiyatı gibi düşünülerek konumlandırılarak yapılmış. Ama aslında bu kısaltmaların da biraz etkisi var bunda anladığım kadarıyla.
Bizde yani Türkiye'de de bir çocuk kitabı yazarıdır Jülvern değil mi? Öyle kabul ediyoruz. Öyle algılanıyor doğru söylüyorsun. Hatta bir arkadaşım dedi ne yapıyorsun işte ben dedim böyle bir şeyle ilgili ya çocuk kitabı değil mi o dedi. Ben de bir şey demedim ona. Diyemedim demedim ya da diyesim gelmedi. Öyle bir şey var. Ben bazı makaleler okudum ve Avrupa'da bazı edebiyatçıların onu adam yerine koymadı. Yani değersiz buldu, anlamsız buldu. Fakat şu var.
Hani derler ya hiç kimse kendi köyünde peygamber olmaz. Konuyu saptırabilirim. Yok ama doğru bu. Etkili bence. Veya Vanlı Doğu Beyazıtlı bir arkadaşımın buna benzer bir lafı var. Bahçemde biten ot bana göre bir manası yoktur. Bunun gibi bir şey. Şimdi eş zamanlı olarak birileri her zaman dirsek yemiştir. Tabii o eleştirenler kendilerince daha yüksek bir edebiyat referanslarıyla konuşuyorlar. Evet onlar bir manada.
Yüksek edebiyatı referans aldıkları için kendi içlerinde kısmen tutarlı olabilirler. O bu kategoriye girmiyor. Ama senin kategorine girmiyor diye birinin içindeki manayı görmezden gelip ona dirsek o ayrı bir şey. Fakat o da hep oluyor. Şöyle düşünüyorum, evet yüksek edebiyata girmediği bence de aşikar, burada söylenecek bir şey yok ama en azından tarihsel ve sosyolojik anlamda hem de edebiyat anlamında araştırılması ve üzerinde çalışılması...
Gereken bir yazar olduğu kesin bence. Zaten onu bileğinin hakkıyla aldı. Değil mi yani? Birkaç milyon baskı dünyanı aşağı yukarı işte bilmem şu kadar diline çeviriyor. Yani şimdi mümkün olsa yeryüzünde bir network ile. Jules Verne okudun mu? Kaç yaşındaydın? Ne hissediyorsun diye elinin altında bir şey olsa bütün dünya ses verir. En azından bizim kuşak kesin ses verir. Sen kaç yaşında okudun?
Ben Jules Verne'i açıkçası ortaokul taraflarında tanıştım. Çünkü ben liseden sonra artık biz Jules Verne'i okumadık. Daha ağır mitinglere de büyüdük biz. Başka şeyler okumaya başladık. O nedenle ortaokulda falan tanıştım. Ama ortaokulda ne kimi bulsam tanışıyordum yani. Ben herkese Panayt İsrati'nin kodininden tut Cervantes'e kadar. Ortaokulda çok, o yıllarda ilkokul son ortaokul zamanında evde çok kitap yoktu ama ben bir şekilde ulaşabiliyordum yani.
Sevmiş miydin Jules Verne'i hatırlıyor musun? Çok iyi hatırlamıyorum. Mesela bak okuduğum şeylerden çok az detaylar hatırlıyorum. Jules Verne sorusuna cevap olmayacak ama Panayt Israhti'nin Kodini'nden hatırladığım mesela. Bir final sahnesi. İşte Cervantes'ten bilmem nereden hatırladığım işte basit bir parça. Bütün olarak hatırlamıyorum. Parça olarak hatırlıyorum. Şey bir tür gezegen yani yeryüzü ve genişlik ve hareket ve seyahat gibi bir duygu kalmış.
Çok fazla bir şey hatırladığımı söyleyemem açıkçası. Yani etkilenip etkilenmediğine hatır. Pozitif, pozitif. Olumsuz bir şey yok. Gülümseten bir şey yani. Evet, gülümseten bir şey de var. Bir de galiba şöyle de bir özelliği var Jules Verne romanlarının. Gerçeklerle yani hani factlerle, teknik gelişmeler, teknoloji falan düşüşü birleştiren, düşsel olayları birleştiren bir yanı var. Bu da genç bir okura iyi gelecek bir şey gibi geliyor bana. Doğru söylüyorsun. Evet.
Ama ben bir hainlik yapacağım. Kızıldeniz'de rüzgar sağdan ve soldan esmez. Onun için Kızıldeniz'deki yolcu gemisi maalesef öyle yalpılamaz. O bölgede rüzgar güneyden ve kuzeyden esiyor. Özür dilerim. Beyefendiye biraz saygısız gitmiş olabilirim ama dilimi tutamadım. Kitapta da tutamamışsın. Yani hayal gücü deyince o geldi bana. Böyle bir iki tane daha şey var yani. Evet.
Hepsi de bütün teknolojik yani bilgilerin hepsi de gerçek ve doğru olmayabilir tabii değil mi? Siz sanıyorum siz yakın ilişki içindesiniz Jülber'in anladığım kadarıyla incelikli bir şekilde kendisini koruduğunuzu hissediyorum. Editör iyi çalışmamış. Olabilir. Doğru söylüyorsun. Hani arada editörlere de geçireceğiz ya. Bilmiyorum. Bilmiyorum. Dikkatli olmalıyım.
O böyle bir şeyin var ya senin. Editorial kadro geliyor ya arada kitabında. O benim güzel oyuncağım. Zaten bunun ben hani oyun olmasını arzu ettim mümkünse. Oldu mu becerebildin mi bunu bilmiyorum. Tatlı bir oyun olmuş kesin öyle. Çünkü 19. yüzyılda dolaşmak kolay bir şey değil. 19. yıl zor bir yer yani. O yüzden benim anlatıcı karakterimi birilerinin dürtmesine, onun öyle olmadığını söylemesine ihtiyaç vardı. Doğru. O yüzden editöryel birim devreye girdi sağ olsun.
Bir arkadaşının düğününe katılmak için Paris'e şu anda iki saatlik uzaklıkta yer alan Amiens'e giden Jules Verne, orada gelinin kız kardeşine aşık olur. Ve herhalde bu sefer işi garantiye almak, yine kızı zengin bir adama kaptırmamak için... tiyatrodaki işinden ayrılıp borsada çalışmaya başlar. Ve artık kayda değer bir gelire sahip olan yazarımızla Abby Morrell 1857 yılında evlenirler. Vern sabahları erken kalkıp yazmaya devam etmekte, bulduğu her fırsatta
kendini ulusal kütüphaneye atıp araştırmalarını sürdürmektedir. 1858 yılında da onu çok etkileyen bir yurt dışı seyahatine çıkar. Bordo'dan Liverpool, oradan da İskoçya'ya uzanan bu yolculukta Ona besteci arkadaşı İnyar eşlik edecektir. Dönüşte yarı otobiyografik bir roman kalemi alır. Britanya'ya Dönüş adlı bu eser ancak ölümünden 80 küsur yıl sonra gün yüzüne çıkacaktır.
1861'de de yine İnyar'la birlikte Stokholm'e doğru yola çıkarlar. Oradan Norveç'e geçerler. Planda Danimarka'da vardır ama Jules Verne karısı doğum yapmak üzere olduğu için Danimarka'ya gitmeden Paris'e döner.
Fakat yetişemez. Oğlu Michel onu bekleyemeden dünyaya gelmiştir bile. Bu arada edebi bir doğumda yaklaşmaktadır. Kafasında bilimsel roman fikrini sürekli evirip çeviren Vern, Balzac, Hugo gibi önemli yazarların da yayıncısı olan editör Pierre Jules Edsel ile tanışmış ve üzerinde çalıştığı Balonla Seyahat adlı romanı ona gösterme fırsatı yakalamıştır.
Tam o sıralar Edsel yeni bir derginin hazırlıkları içindedir. Ailelere hitap etmesi planlanan, eğlenerek öğrenelim tarzı bu dergi için Jülver'in biçilmiş kaftanı olduğunu düşünür. Balonla beş hafta, Onun da önerileriyle son halini bulup dergide yayınlanmaya başladığında takvimler 31 Mayıs 1863'ü göstermektedir. Bu tarih aynı zamanda uzun soluklu bir ortaklığın da başlangıcı olur.
Edsel'in dergisinde yayınlanan Kaptan Hateras'ın Maceraları adlı ikinci romanla birlikte, editör bu eserlerin verinin coğrafya, jeoloji, fizik, astronomi bilgilerini modern bilim görüşleri doğrultusunda macerayla harmanladığı, resimli ve eğlenceli bir seri olması düşünülen olağanüstü seyahatleri müjdelediğini açıklar edebiyat ve yayıncılık dünyasına.
Artık Jules Verne'in 20 yıllık bir sözleşmesi vardır ve 5 kişilik ailesini geçindirebilecek sabit bir gelire sahiptir. Neden 5 kişi diye soran dikkatli dinleyicilere yanıt. Çünkü… Karısının Jules'den önce evlenip kaybettiği eşinden de iki çocuğu vardır. Jules Verne'in yazdığı macera romanları birbirini takip eder. Önce dergide, sonra da daha şık baskılarıyla kitap olarak yayımlanan romanlar,
Çocuklar ve gençler arasında müthiş popülerdir. Arzın merkezine yolculuk, aya yolculuk, Kaptan Grant'ın çocukları ciltli ve resimli baskılarıyla Yaz tatili öncesi okul birincilerinin en çok tercih edilen hediyeleri olacaktır. Bu arada Jules Verne satışlardan telif geliri almamaktadır. Edsel'le anlaşması aylık bir ödeme üzerindendir.
Her ne kadar başarı arttıkça meblağı artsa da satışlardan bir kazancı yoktur yazarın. Ve arada görüş ayrılıkları da baş göstermiştir. Örneğin taa 1994 yılına kadar gün yüzüne çıkamayacak olan 20. yüzyılda Paris'i hiç beğenmez etsel ve yayımlamaz. Wern, 1869'da kaleme aldığı, denizler altında 20 bin fersahtaki Kaptan Nemo'yu, başlangıçta...
Haziran ayaklanmasında ailesini öldüren Ruslara karşı intikam peşinde olan Polonyalı bir bilim insanı olarak tasarlamıştır. Ancak Edsel, kitapların Rus pazarını da düşünerek kaptanın geçmişine itiraz eder. ve köle ticaretiyle savaşan bir karakter olarak yazılmasını ister. Başlarda editörünün neredeyse tüm fikirlerini kabul eden Jules Verne artık biraz pişmiştir. Nemo'yu Polonyalı yapmaktan vazgeçer ama geçmişini de muallakta bırakır.
E yani yazarımız senin her dediğini de yapacak değil herhalde Edsel. Ama ortaklık bitmez, üretim kesilmez. Her yıl en az iki kitap yayımlamayı sürdürürler. 1864'te okurlarla buluşan Arz'ın merkezine yolculukla, 1872'de ilk kez Lötam dergisinde çıkan 80 günde devre alem bu maceraların en başarılıları arasında sayılabilir.
Jules Verne meraklı okurların dünyasına bir kuyruklu yıldız gibi düşmüştür. Balonla beş haftadan itibaren gerçek olayları konu alan bir hikaye gibi insanı heyecanla peşinden sürükleyen, Ama bir roman için alışılmadık şekilde kesin ve ayrıntılı bilgilerle dolu, bilimsel verilere dayanan kitapların üslubunu, Amerikalı yazar Edgar Allan Poe'ya benzetenler de vardır. Başlangıçta eleştirmenlerden olumlu notlar alır.
Bu yeni tür herkese iyi gelmiştir. Bilimsel gerçeklerin eğlenceli bir biçimde sunulması hoşlarına gitmiştir. 1875 ile 1883 yılları arasında Vernon eserlerini inceleme çabaları daha da artar. Bunda 80 günde devre alemin sadece roman olarak değil, yazarın ilk aşkı tiyatroda da büyük başarı göstermesinin payı vardır. Ama zamanla biraz da Edsel'in kitapları hoş bir kılığa bürünmüş eğitim malzemesi, yazarını da...
Bir çeşit öğretmen olarak pazarlaması yüzünden gerçek bir edebiyat eseri olarak görülmemeye başlanır kitaplar. Önemli edebiyat tarihçileri ve eleştirmenler Jülvern'i dikkate almazlar. Olur da kitapları hakkında bir eleştiri çıkarsa, Vern hemen bir teşekkür mektubu döşenir. Örneğin, Pervane Adası adlı romanı yayımlandığında çıkan eleştirinin yazarına şöyle hitap eder. Sayın Bayım
Beni eleştirmenizden onur duydum ve bu yeni yapıtta işaret ettiğiniz bazı eksiklikleri de memnuniyetle kabul ediyorum. Kabul ediyorum, biraz fazla coğrafya odaklı oldu. Ama Pasifik Okyanusu'nun en önemli takım adalarını hareketli bir adayla birleştirip tasvir etmek için kullanmadan edemeyeceğim kadar hoş bir fırsattı. Gençliğin
altının devasa gücüne karşı tapınmasını dikkatsizce teşvik etmiş olacağım suçlamasına gelince, doğrudur, yine de umarım bu milyarderlik salgınına çok fazla kurban verilmesine yol açmamışımdır. Bu satırları kaleme aldığında, Jules Verne 67 yaşındaydı. Muhatabı ise 33. Peki 80 günde devre alemle ilgili bir iki şey daha konuşalım istiyorum.
Phyllis Fogg'u konuştuk. Sayalım mı? Sayalım. Peki Passepartu ile ilgili nasıl bir roman karakteri? Onunla ilgili söyleyecek bir şeylerin var mı? Jules Verne'in verisine göre bu delikanlı, bu genç adam, bir Fransız. Aşağı yukarı kitabın iç mantığına göre 1872'de yazılmış bir kitap. 5 senedir Londra'da. Daha önce Fransa'da galiba ağırlıklı olarak sirk cambazlığı, sokak müzisyenliği.
İtfaiye erliği böyle şeylerle yapmış. Film versiyonlarına baktığın zaman da onu akrobatik yetenekleri olan biri olarak gösteriyorlar. Orada daha öyle bir adam. İşte oralarda kabaca şeyin söylediği buydu kitabın ona dair anlattığı. Paspartı böyle biriydi. Atletik yapıda şöyle böyle şu işleri yapmış şimdi. Ve daha önceki çalıştığı bir beyefendiden gayri memnun herhalde ki yeni bir iş arıyordu.
Bazı bağlantılarla kitabın Jules Verne'in mantığına göre, aktarımına göre şeyin Bay Fogg'ın kapısını çaldı. Şimdi orada güzel bir soru var. Hangi bağlantılarla çaldın? Hani orası yok kitapta. Peki daha önceki beraber çalıştığı beyefendi kimdi ve ondan niye memnun değildi? Şimdi burada iki tane bize atılmış güzel pas var. Sen onları değerlendin. Ben onları değerlendin. Oraya bir beyefendi yarattım. Hayat bana o şansı verdi. Teşekkür ederim.
Sonra da onunla yeni çalışacağı Bay Fogg arasındaki ilişkiyi kuran bir Mary Higgins diye bir arkadaşı var etme imkanı verdi. Ama ben onu biraz Marsilya'da yapmak istedim. Marsilyalıları ben biraz bıçkın, anasının gözü, kurnaz, gözleri erken açılan, daha beş yaşında hayatı kavrayan yaratıklar olarak şey yapıyorum. Çünkü Marsilyalılar Fransa'nın başı 1870'lerde.
Prusyalılarla başa girdiği zaman destek kuvveti olarak oraya doğru yürümüşler. Yolda giderken de söyledikleri Marseille ya da bir marş zaten ulusal marşlar olmuş. Marseille'nin mafyası da meşhurdu çocukluğumuzdan beri kulağımıza gelen şeyler. Fransız filmlerinde Marsilyalılar biraz daha farklıydı yani. Belmondo ya da işte Jean Gaben o kuşakların 50'ler 60'lara baktığı zaman Marsilya her zaman farklı tınlar. O nedenle ben onu farklı biri yapmak istedim açıkçası.
Buna hakkım var mıydı? Ben hala bu soruyu duruyorum. Yani birinin herhangi birinin yarattığı bir karakteri sen kafana göre adam Sivaslıysa Eskişehir'li yapabiliyor musun mesela? Bunu bilmiyorum. Sonra adam... Neticede orijinal hikaye de dünyayı dolaşıyor. Ben onu biliyorsun bir noktadan sonra sevgilisini özlediği için geri döndürdüm.
Bunlara hakkın var mı bilmiyorum ama henüz kimse kitabı okumadığı için Allah aşkına yaprak kımıldamıyor. Ama bu zaten kitabın bir versiyonu olarak bambaşka bir hikaye olarak devam ettireceğinin beklentisiyle başlıyor insan ister istemez. Her şeye hakkım var. Ne güzel konuşuyorsun. Çok hoşuma gitti. Bilmiyorum bunun arkası gelir gelmez hiç bilmiyorum. Kitabın yola çıkışı biraz da sanki Jules Verne ve 80 günde devre aleme.
Bir eleştirel bakışla yola çıkmış bir eser seninki. Doğru söylüyorsun. Yani ben zaten benim hiç Jules Verne konuşmak aklımda yoktu. Senin bu kitabın yüzünden Jules Verne konuşmak geldi aklıma. Çünkü gerçekten... Bir dönemi, gençliği çok etkilemiş bir yazar Zülver. Kaç yüzyılı hatta. Türkiye'de de genç okurların her zaman okuduğu, hala da okuduğu bir yazar. Dolayısıyla biz ona sadece öyle oradan bakıyoruz.
Halbuki senin kitabınla başka bir yerden bakma şansını elde ediyoruz. Benim için de öyle oldu. Çok güzel bir cümleydi. Çok sağ olun. Dolayısıyla bence tam ben okurumluk bir konu oldu benim için. Alışverişlerini tamamladıktan sonra Mr. Fogg ve genç kadın otele dönüp pek şık bir biçimde sunulan tabildot akşam yemeklerini yediler. Sonra biraz yorgun olan Mrs. Oda, soğukkanlı kurtarıcısının elini İngiliz usulü sıkıp odasına çıktı.
Saygıdeğer centilmense bütün akşamı Times ve Illustrated London News okuyarak geçirdi. Eğer bir şeyleri hayret edecek bir adam olsaydı, uşağının yatma saatine kadar hiç ortalıklarda görünmemiş olmasına ederdi. Ama geminin ancak ertesi sabah kalkacağını bildiği için bunu kafasına takmadı. Ertesi gün Paspertu, Mr. Fock'un zil sesine de gelmedi. Saygıdeğer centilmen...
uşağının otele geri dönmediğini öğrendiğinde de ne düşündü bunu da kimse söyleyemezdi. Mr. Fogg sadece çantasını aldı, Mrs. Oda'ya haber gönderdi ve bir taht revan çağırdı. O sırada saat sekizde. La Carnati'nin kanallardan çıkabilmek için ihtiyaç duyduğu suların yükselmesi de saat 9.30'da olacaktı. Tahterevan otelin kapısına geldiğinde Mr. Fogg ve Mrs. Oda bu konforla araca bindiler.
bavulları da bir el arabasıyla peşlerinden geldi. Yarım saat sonra iskeleye gelmiş, taht revandan iniyorlardı. Ve Mr. Fogg, burada La Carnati'nin bir gece evvel gittiğini öğreniyordu. Orada hem La Carnati'yi hem de uşağını görmeyi bekleyen Mr. Fogg, her ikisinin de yokluğunu kabullenmek zorunda kalmıştı. Ama yüzünde hayal kırıklığına dair en ufak bir iz belirmedi.
ve endişe dolu gözlerle bakan Mrs. Odayı, ''Sadece küçük bir aksaklık mı adam? Başka bir şey yok.'' diye cevaplamakla yetindi. O sırada dikkatle kendisini izleyen bir adam yanına sokuldu. Müfettiş Fix'ti bu. Selam verip, siz de benim gibi dün buraya gelen Rengun'un yolcularından değil misiniz, Mösyö? diye sordu. Evet, Mösyö, diye cevapladı soğukça Mr. Fogg. Ben kiminle müşerif? Beni affedin.
Ama burada uşağınızla karşılaşmayı umuyordum. Onun nerede olduğunu biliyor musunuz? diye sordu heyecanla genç kadın. Ne? diye cevapladı Fix, şaşırmış gibi yaparak. Sizinle birlikte değil mi? Hayır, diye cevap verdi Mrs. Oda. ''Dünden beri ortaya çıkmadı. Le Carnati'ye bizsiz binmiş olabilir mi?'' ''Sizsiz mi madame?'' diye cevapladı memur. ''Ama sorumu bağışlayın. Siz bu gemiye mi binmeyi planlıyordunuz?'' ''Evet monsieur. Ben de madame.''
Gördüğünüz gibi çok büyük hayal kırıklığı içindeyim. Tamiratı tamamlanınca Leucarnatik söylenenden 12 saat önce kimseye haber vermeden Hong Kong'dan ayrılmış. Şimdi de bir sonraki gemi için 8 gün beklemek zorundayız. Bu sekiz gün kelimeleri ağzından çıkarken Fix kalbinin mutluluktan hopladığını hissediyordu. Sekiz gün. Fock sekiz gün Hong Kong'da kalacaktı. Tutuklama emrini alacak zaman olacaktı.
Nihayet şans kanun adamının yüzüne gülmeye başlamıştı. Dolayısıyla Phyllis Fogg o sakin sesiyle ''Ama Hong Kong limanında Le Carnotique'den başka gemiler de var gibi geliyor bana'' dediğinde öldürücü darbeyi varın siz düşünün. 80 günde devralimde bir de dedektif Fix karakteri var. Fix figürünü de monotonlaşma ihtimaline karşı Kaç kovala dinamizminin getirdiğini söylüyorsun. O yüzden biraz da bu fiksten de söz edelim istiyorum.
Onun karakter nedir? Neyi temsil ediyor? Şimdi ben yine belki saygısızlık etmiş olabilirim. Herhangi birinin anlatısını kafama göre alıp orasını kesip burasını biçip cümleler kurmanın içinde eğer. Hukuken ya da yazılı olmayan hukuk anlamında ya da etik dışı bir şey varsa umarım birisi bu kitabı okur da beni eleştirir. Okuyun lütfen. Bana hakikaten öyle geldi. Çünkü açıkçası bir de şu var.
Bay Jules Verne o kitabı yazdı, karakterini o coğrafyada dolaştırdı. Karakteri yani Bay Fogg dolaştığı coğrafyada kimseyle ilişki kurmadı uşağı dışında. Ya da gemide kağıt oyunu oynadığı insanlar dışında. Kapalı devre bir şahsiyet. Ve onu nereye kadar götürebilirsin ki eğer işin içine herhangi bir yan, entrika, bir şeyler katmaz sanki. Bifix'in varlığı da bir manada entrika.
Hintli kadını kurmak da bir manada o da farkında ki affedersin ama 80 gün boyunca dünyayı dümdüz dolaşmanın kimse için bir manası yok. Her ne kadar ben ansiklopedik bilgiler oluştursam bile ya da yeni bilgiler versen bile insanlar hikaye istiyorlar. İnsanların hikaye istemesi de ayrı bir mesele ama onu başka bir zaman bulacağım. İnsanların niye bu kadar hikayeye düşkün? Şimdi benim açımdan bana biraz için öyle geldi.
Bay Fix İngiltere'de Londra'da bir bankadan şu kadar bin sterling kaybolmuş. Onun eşkali Bay Fog'a benziyor. İngiliz polisi her yere haber vermiş. İşte o adam böyle bir İngiliz centilmeni şöyle böyle falan filan. O biraz hani hakikaten ben onun kurduğu hikayeyi eleştiremem. İstediği hikayeyi kurabilir adam. Ama şimdi buradan bakınca bir miktar abi bu olmasaydı acaba ne olabilirdi gibisinden bir soru oluşuyor.
Biraz dinamizm getiriyor ki hakikaten de getiriyor yani getirmiyor da değil. Ama ben de o cümleyi kurdum. Fix'in bizim kuşağımızda şöyle bir şeyi var. Bizim ilk gençliğimizde ya da işte televizyon ne zaman geldiyse diyelim 70'lerden sonra diyelim. Televizyonlarda bunun çizgi filmleri vardı. Yine çizgi filmlerinde Bay Fix sürekli bu yolculuğu engellemeye çalışan ya da olumsuz bir figürdü hatırladığım kadarıyla.
Paspartu ne zaman bu tuzakların farkına varsa fiksin tuzağı bu fiksin tuzağı bu derdi. Biz de mahallede bakkala giderken böyle fiksin tuzağı bu fiksin bu tuzağı diyen tipler belirdi tamam mı? Hani o uzakta o filmlerden çıkınca. Kung Fu hareketleriyle dolaşan tipler gibiydi. O yüzden bizim benim kuşağımda Fiks'in tuzağı bu lafı çok şey.
Haa bak ben bunu bilmiyorum. Ya o yüzden ben Bayfix'e takabilirim yani benim hakkım var. Tabii tabii sen herkese takabilirsin İlhamicim senin de öyle sonsuz hakkın var. Beni özgürleştiriyorsunuz teşekkür ederim. Takabilirsin. Bence Fix tam da dediğin gibi. aslında dinamizmi getiriyor. Passepartout'a dinamizmi getiren bir karakter. Yani sonuçta bir tek folkla sınırlı kalsaydık olmayacak. Olmayacak. Hiçbir numara olmayacak. Sadece kağıt oynayacaktık. Ama o bizim obsesif karakterimiz.
Sınırlı ve köşeli karakterimiz Fock, bütün bu hikayenin sonunda bir de aşkı buluyor. Ver müziği. Buna ne diyorsun? Hiçbir şey demiyorum. Çünkü ben kitabı Hindistan'dan sonra terk ettim. Hakikaten terk ettim. Çünkü ben istedim ki bizim Pasparto'muzun, Fransızımızın, bana göre Marsilyalı'mızın bu beyefendiyle Bay Fogg'la işe başlamasına sebep olan Mary Higgins'le arasındaki
Muhabbet Londra'dan ayrıldığından beri Londra'dan uzaklaştıkça doğuya gittikçe gitgide kuvvetçe gerilen bir lastik gibi janı Mary Higgins'e doğru çekiyordu. Burada da müzik yapabilir miyiz? Yapabiliriz.
O yüzden ben onun arzu ettim ki bu çocuk bir noktadan sonra vazgeçsin bu işten. Geriye Mary'e dönmeye çalışsın. Zaten yolun uyarısına geldi. Şimdi oradan geriye Londra'ya doğru ben Ey Ercan'ı... tekrar Mary'e gitmek uğruna gönderirsem elimde hem bir perspektif hem sevgisine kavuşmak için her çeşit zorluğu göze alan genç bir adam gibisinden gayet klişe bir hikaye.
zemini oluşturmuş oluyor ve ben o yolculuğu eğer kazara yazarsam ki sanmıyorum yazacağımı ama kendime havuç uzatmak anlamında hoşuma gidiyor. Önünde yeni maceralar açtım ben geriye dönüşünde. Bir potansiyel bir imkan var. Hoşuma gitti o. Ben onu geriye döndürmek istedim. Öbür beyefendi gitsin. Zaten dünya biliyor onun ne yaptığını. Jülven seyahat ajentesi için böyle de okur ilhami için.
Okur İlhami sonunda aşkı bulmasını Fog'un nasıl düşünüyor, nasıl değerlendiriyor? Ağzımdan tek kelime alamayacaksınız. Niye efendim? Bilmiyorum. Yani bunu affedersin ama Hindistan'da kurtardığı... Kadınla sonradan evlenmek o yüzden az önce söylediklerimi ne yapacağım ben şimdi yani ona ne kadar aşıklayacağım. Adam kurgulamış bir şekilde gitmiş batılı beyaz bir erkek.
Hintli bir kadını ama Avrupayı eğitim almış. Hintli bir kadını kurtarmış. Onunla beraber yola devam etmiş. Sonunda ona aşkı. Pigmalyon. Bir tür pigmalyon. Yani... Şey hatırlar mısın öyle bir film vardı ya kimin oynuyordu. Bilmez miyim evet. Bir de şarkısı vardı hani. Odriya Thorne olabilir mi? Olabilir. Kız kibritçi miydin? Hizmetçi miydi? Bir şeyciydi. Bizde de Ayten Gökçer oynamış olabilir. Adam da işte biriyle iddiaya giriyordu.
bu aşağı sınıftan olan kızı alacağım ondan bir hanımefendi yapacağım derken öyle bir şeydi. Bunda da bir miktar tamamen birebir figmalyon tarzı değildi ama. Ona benzer bir hava var gibi geliyor. Bak bu yine de belki de 19. yıl ve beyaz üstenciliğine göz kırpıyor olabilir.
Ama o filmin bana sağladığı bir şey vardı İngilizce. O zaman ben İngilizceyi şarkılardan öğreniyordum. I could have danced all night. Onu ezberlemiştim yani verb tree olarak. Adam olsaydı Londra'da bulurdu bu aşkı. Ta gidip de Hindistan'da. Bulup da işte ondan Amerika'ya falan filan yolda aşık olmak. Bu işler böyle olmaz. Affedersiniz. Çok özür dilerim. Nereden bulsun adam? Erkekler kulübünde. Eşte çıksın oradan. Bütün günün erkekler kulübünde oyun oynayarak geçiyor. O kadar o kadar erkek erkek.
O kadar erkek bir adamın da aşka hani kendisine bir şans vereceğini sanmıyorum. O kadar fazla erkek olunca nereden aşka yaklaşacaksın yani? O da aşk mı tabii bunu tartışabiliriz. Kadının ona olan ihtimamı ve ilgisini sevmiş olabilir. Tabii yani bunlar tartışılır ama sanırım Jülven'in derdi de bu değil. Başka bir macera anlatıyor. Bize biz oraya takılabiliriz. Ama yine de her eseri, her kitabı biraz çeşitli açılardan bakmak bana iyi geliyor. Güzel. Bu benim hoşuma gitti yani. Aslında...
Tamamen oradan da ele alabilirsin aslında yeni bir incelemeyle. Yani burada Jules Verne'in 80 günde devre aleminde bu adamın kadına olan aşkı aşk mıdır ya da nedir, bu nedir? Yani Jülvern romanlarında kadına bakış. Ver müziği. 1867 yılında ilk teknesini satın aldı Jülvern. Zenginleştikçe tekneyi yenileyecek.
Avrupa kıtasının etrafında uzun yolculuklara çıkacaktı. Denizler üstünde yüzlerce mil diye başlık atabileceğimiz bu gezilerde onu çok besleyecek ve kitaplarının sayfalarında kendini gösterecekti. Uzak ya da yakın coğrafya onu büyülüyordu. Fransız coğrafya topluluğu üyesiydi. Kitaplarında uzak diyarları anlatmakla kalmaz, bol bol harita ve panoramik görsellerde kullanırdı. Hatta çizimleri sıkı sıkıya denetlerdi.
Ömrü boyunca sadece olağanüstü seyahatler serisi içinde 54 kitap yayımlayan yazar, 1886 yılında ruhsal sorunlarla boğuşan yeğeni tarafından silahlı saldırıya uğradıktan sonra bacağından sakat kaldı. O sıralar Amiens'de yaşıyor, haftanın bir iki günü Paris'e gidiyor, romanlarının tiyatro uyarlamalarıyla uğraşmıyorsa denize açılıyordu. Ama bu sakatlık onu yaşadığı kasabaya mahkum etti ve depresyona girmesine neden oldu.
Aynı yıl editöre Edsel de hayatını kaybetti. Bundan sonra Jules Verne'in daha karanlık romanlar yazdığı bir dönem başladı. Bir zamanlar övdüğü, yanında durduğu bilimsel gelişmelerin olumsuz yanlarını da görüyor. Bunları eserlerine de yansıtıyordu. İlk Lejion Dönör Ödülünü 1870 yılında alan yazar, 1888'de politikaya atıldı. Emyen Belediyesi'ne meclis üyesi seçildi.
15 yıl boyunca kasabası için elinden geleni yaptı. 1905'te 77 yaşındayken de bir felç geçirdi ve hayatını kaybetti. Zaten uzun süredir şeker hastalığıyla boğuşuyordu. Bir dönem onaylamadığı bir ilişki yaşadığı için arasının bozulduğu oğlu Michel, yazmakta olduğu Deniz İstilası ve Dünyanın Ucundaki Fener adlı iki kitabı ölümünden sonra yayını hazırladı. Hatta…
olağanüstü seyahatler serisini bir süre daha sürdürdü. Sonradan babasının hikayelerine fazlasıyla müdahale ettiği ortaya çıkacak ve orijinal halleri ancak 20. yüzyılın sonunda Jules Verne topluluğu tarafından yayınlanacaktı. Editöre Edsel'in onaylamadığı ve ortadan yok olan romanı 20. yüzyılda Paris ise 1989 yılında büyük torunu tarafından bulunacak, 1994'te de okurlarla buluşacaktı.
Olağanüstü seyahatler serisinden uyarlanan 200 küsur film yapıldığı söyleniyor. Bu rakam esinlenmeleri içermiyor bile. 150'ye yakın dile çevrildiğini biliyoruz. Ne yazık ki İngilizce çevirilerinin çoğunlukla kısaltılarak Metinlerin içeriğini tam yansıtmayan baskılar olduğu da bilinen bir gerçek. Dünya üstünde Jules Verne'in anlatmadığı coğrafi bir bölge bulmak pek kolay değil.
1883'te kaleme aldığı İnatçı Keraban adlı eseriyle bizim topraklarımıza da uğramış mesela. Bilim kurgunun öncüsü olduğu meselesi tartışmalı olsa da zaten bu etiketlerin ne önemi var ki? Bilimi eğlenceli hale getirerek özellikle sayısız genç okurun ilgisini çekmeyi başardı. Kendinden sonra gelen birçok yazara da ilham kaynağı oldu. Fahrenheit 451 adlı kitabıyla tanıdığımız Ray Bradbury,
Hepimiz bir şekilde Jülvern'in çocuklarıyız demişti mesela. Oysa Jülvern, geleceğe kalacağına dair küçücük bile olsa bir umut beslemiyordu. 1896 yılında bir gazeteciye şöyle demişti. Size içtenlikle şunu söyleyebilirim ki, olağanüstü seyahatlerin gelecek nesillere en ufak bir etkide bulunacağına veya onlarda seyahat etme zevkini tetikleyeceğine hiç mi hiç inanmıyorum. Hayır, bu konuda hayallere kapılmıyorum.
Bu romanlar tüm diğerleri gibi ya hiç okunmazlar ya da okunduktan sonra hemen unutulurlar. Size bir iyi bir kötü haberim var Mösyö Jülver. Önce hangisini söyleyeyim? Hadi kötüden başlayayım. Bazı öngörülerinizde fena halde yanıldınız. İyi haberim de şu, yanıldınız çünkü hiç unutulmadınız ve bayağı büyük bir kitleyi etkilediniz. Etkilemeyi de sürdürüyorsunuz. Baksanıza.
Sene olmuş 2025. Türkiye'den bir yazar, eleştirel bir bakış açısı barındırsa da, sizden ve yarattığınız karakterlerden yola çıkan bir roman yazıyor. Bir podcast yapımcısı da onunla sizin hakkınızda söyleşi yapıyor. olağanüstü seyahatleri okuyup hayal kuran binlerce çocuğu saymıyorum bile.
Ben bölümün esas çocuğu 80 günde devre alemi Can Belgen'in çevirisiyle iletişim yayınlarından okudum. Jülver'in eserlerini birçok yayın evi basıyor ülkemizde. Sanırım en çok eser benim sayabildiğim kadarıyla tabii. Alfa yayınlarında ve İthaki yayınlarında var. Bu arada bölümü hazırlarken yine İthaki yayınlarından çıkan, Alman akademisyen Volker Deys'in kaleme aldığı Jülvern Eleştirel Bir Biyografi adlı eserden de çok yararlandım.
Meraklısına duyurulur. Vernon eserlerini dinlemek isteyenler de, esas çocuğumuz 80 günde devre alem, denizler altında 20 bin fersah, arzın merkezine yolculuk, balonla 5 hafta, inatçı keraban. Hatta yıllarca kayıp olan romanı 20. yüzyılda Paris'te dahil olmak üzere birçok kitabını Storytel uygulamasında bulabilirler. Bölüm konuğum ise sevgili yazar arkadaşım İlhami Al gördü.
Bana Jules Verne ile ilgili bir bölüm yapma fikrini veren onun son romanı Jules Verne Seyahat Ajentesi oldu biliyorsunuz. 1995 yılında yayımlanan ilk romanı, fakat müzeyyen bu derin bir tutkuyla başlayan edebiyat yolculuğunda Albayın Bey'in Ezahat'la Evlendir, Kalfa ile Kralıça, İkircikli Biricik, Hisli Kirpe adlı kurgu eserlerinin yanı sıra, Çanakkale Yalıhan'ı ve Han Sakinleri, Masekardo kardeş, Aziz İnsanlık,
Okumalar, değinmeler gibi kurgu dışı kitaplara da imza attı. Sizin de fark ettiğiniz gibi kendine has bakış açısıyla insanı hem derin düşüncelere sevk ediyor hem de ciddiyetten uzaklaştırıp şöyle bir kendine getiriyor. Fazla kahkaha attıysam affola. Ama hep iddia ettiğim gibi edebiyat asık suratlı bir iş değildir ya, eğlencelidir. İlhami de kendi romanında bunu hedeflemiş zaten. Biraz gülümsemeye sebep olmak istemiş.
E yani bir jülvern bölümüne de bu yakışmaz mıydı? Şöyle hafifleyelim, neşelenelim. Bilemiyorum acaba akademisyenler ya da edebiyatçılar yarın öbür gün yani eleştirel ekol. Önümüze bir jülvern. şey açar mı? Sadece Jules Verne'i mi açar yoksa Jules Verne'in daha geriye doğru gidersen mesela şeye gider miyiz? Robinson Cruz meselesine gider miyiz? Çünkü Robinson atlar da aşağı yukarı Batılı Beyaz'ın daha önceki yüzyıllarda yeryüzüne bakışına dair. Bunlara neden gider?
Şu anda herhangi bir enerji grubu, herhangi bir ilgi grubu, Jülverne ya da Robinsonatlar, hadi Jülverne'le sınırlayalım, buna benzer metinlere hangi sahikle yaklaşır, hangi enerjiyle yaklaşır? Benim için aslında 19. yüzyılın son çeyreğinin... Uluslararası siyaset, ekonomi ve askeri durumlar vaziyetiyle şimdi arasında birbirine göz kırpan bir yakınlık var mesela. Ama bu siyasi tarihin konusu mu? Edebiyat bununla ne kadar ilgi duyar bunu bilmiyorum. Evet.
Ben Okurum'un bir bölümünün daha sonuna geldik. Ama malum okuma serüvenimizin sonu yok. Benim bu seferki önerim ise klasiklerden olacak. Charles Dickens bölümümüzü hatırlamaya ne dersiniz? Sevgili yazar ve senarist arkadaşım Başar Başaran'la büyük umutları konuşmuştuk. Aman dikkat, yanlışlık olmasın. Başar, başaran. Buyurun. Son söz sizde Sayın Jülvern ve 80 Günde Devre Alem. Phyllis Fogg 20 bin poundu kazanmıştı.
Ne var ki yolculuğu boyunca yaklaşık 19 bin pound harcadığı için pek bir kazancı yoktu. Ama zaten daha önce de söylemiştik, egzantrik centilmen servetin değil sadece mücadelenin peşindeydi bu bahse girerken. Zaten elinde kalan bin poundu da iyi niyetli paspertüyle gönül koyamadığı zavallı fikse paylaştırdı. Sadece ve kural gereği...
Kendi hatası olduğu için uşağından 1920 saatlik gaz parasını kesti. O akşam Mr. Fogg her zamanki soğukluğuyla, her zamanki ağır kanlılığıyla Mrs. Oda'ya sordu. Bu evliliği hala istiyor musunuz madame? Mösyö Fock diye cevapladı Vesis Oda. Bu soruyu benim size sormam lazım. İflas etmiştiniz, şimdi ise zenginsiniz. Özür dilerim madame, bu servet size ait. Evlenme fikrini ortaya atmasaydınız...
Uşağım papaz Samuel Wilson'a gitmeyecek, ben de hatamı fark etmeyecektim. Böylece, sevgili Monsieur Fogg, dedi genç kadın. Sevgili o da, diye cevapladı Phyllis Fogg. Evliliğin 48 saat gecikmeyle gerçekleştiği anlaşılıyor. Paspertü, görkemli, ışıl ışıl, göz kamaştırıcı bir halde genç kadının şahidi olarak orada bulundu. Kadını kurtaran o değil miydi?
Dolayısıyla bu şeref de onun hakkı değil miydi? Ancak ertesi gün şafak vakti Paspertü büyük bir gürültüyle efendisinin kapısını vurdu. Kapı açıldı ve soğuk centilmen kapıda belirdi. Ne oldu Paspertü? Şey... Mösyö, demin öğrendim ki. Neyi öğrendin? Biz dünya turunu sadece 78 günde de yapabilirmişiz. Tabii ki, diye cevapladı Mr. Fogg. Hindistan'dan geçmeseydik.
Ama Hindistan'dan geçmeseydim Mrs. Oda'yı kurtarmış olmazdım. Benim karım olmazdı ve... Ve Mr. Fogg sakince kapıyı kapadı. Böylece Phyllis Fogg bahsi kazanmış oldu. dünyanın çevresindeki turunu 80 günde tamamlamıştı. Bunun için her türlü vasıtayı, yolcu gemilerini, demir yollarını, arabaları, yatları, yük gemilerini, kızakları, fili kullanmıştı. Eksantrik centilmen,
Bu işe müthiş soğukkanlılık ve dakiklik becerilerini yatırmıştı. Ya sonra? Bu yatırımın karşılığında ne kazanmıştı? Bu seyahatten geriye ne getirmişti yanında? Hiçbir şey mi dersiniz? Büyüleyici bir kadını hem de... ne kadar inanılmaz görünürse görünsün, onu dünyanın en mutlu adamı haline getiren kadını saymazsanız hiçbir şey olabilir. Bunun çok azı için bile dünya turu yapmaya değmez mi?